Ergani, Elazığ’a 90 km, Diyarbakır’a 60 km uzaklıkta, bugün iki kenti birleştiren karayolu üzerinde kurulu kadim bir yerleşim yeri. Karayolu dışında ilçeye demiryolu ile de ulaşılabilir. İster Elazığ’dan ister Diyarbakır’dan yola çıkılsın, ilk önce kuzeyinde yer alan Makam Dağı (Zülküf Dağı / Çiyayê Meryema) göze çarpıyor.
Erganili yazar, araştırmacı Müslüm Üzülmez kendi topraklarını hem uzaktan, yükseklerden bakarak hem de çok içeriden bir dille anlatıyor.
Bu kadim kasabayı yakından tanımanın en iyi yolu, Ergani merkezine 5 km uzaklıkta bulunan, uzaktan el ele tutuşmuş ikizler gibi görünen Makam Dağı’na çıkmak ve zirvesinde harabe halde duran Meryem Ana Kilisesi’nin yanındaki kayalara oturmak olabilir. Bir diğer seçenek de biraz daha aşağılara inip Kuşkayası’nın üzerinden Ergani’ye kuşbakışı bakmaktır. Önce dağın zirvesindeki tarihî Ergani Kalesi’ni ve kutsal mekânlar Zülküf Peygamber’in makamı ile Meryem Ana Kilisesi’ni biraz tanımakta fayda var.
O zamanlar, aşağı ve yukarı şehir diye iki kısımdan oluşan eski Ergani, Zukar Efendi’nin Bahçesi’nin, yani Karaçortan’ın üst kısmında kuruluymuş; kuzeyinde bulunan Ergani Kalesi’ne kadar uzanıyormuş. Ergani Kalesi, dağın tepesinde rüzgâr gibi savrulan zamana yıllardır direnerek geçmişe tanıklığını bugün de inatla sürdürüyor.
Urfalı Mateos, 952-1136 yıllarında bölgede yaşananları kaydettiği vakayinamesinde Prens Hapik’in (Harbig) Ergani Kalesi’nde bir kuşatma sonucu yaşamını yitirmesini çok etkileyici bir dille anlatır. Prens Hapik olayı ilginç olduğu kadar Ergani tarihini de yakından ilgilendirir.
O dönem Ergani Kalesi’nde İslam halifesine, bazen de Bizans imparatoruna biat eden, vergi veren ve istendiğinde savaş dönemlerinde asker gönderen Ermeni beyleri hüküm sürüyordu. Bu Ermeni beyleri iki büyük askerî güç arasında kalmış olduklarından bazen Selçuklulara bazen de Bizanslılara karşı savaştılar. Bizans İmparatoru Monomah (Konstantinos Monomakhos), başta Ani Ermeni Krallığı olmak üzere bölgedeki tüm yerel Ermeni krallıklarını kendisine bağlamak için bölgeye güçlü bir ordu göndermiş ve Ergani Kalesi’ni kuşatmıştı. Prens Hapik bu kuşatmada bir hileyle öldürüldü.
Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde Ergani Kalesi’nin Abbasilerden Evhadullahzâde Ergani Sultan tarafından yaptırıldığını, halkın şehri yanlış olarak Argini diye adlandırdığını, kalenin sonra başka birçok hükümdarın eline geçtiğini yazıyor. Ergani’nin üzüm ve şırasının şöhretine de değiniyor.
Ermeni coğrafyacı ve rahip Ğugas İnciciyan ise Dünya Coğrafyası’nda, “Dağın tepesinde sağlam bir kale vardır. Eski zamanlarda inşa edilmiş. İçinde Müslümanlar (Dacikler) yaşar. Şimdi bu kale tamamen terk edilmiş, fakat zaman zaman hapishane olarak kullanılmaktadır. Kalede yaşayan halk vergiden (salyani) muaf iseler de bazen oradaki mahpuslara bakmakla yükümlüdürler,” diye yazıyor.
Şevket Beysanoğlu ise Ergani Kalesi’yle ilgili şunları kaydetmiş:
“Ergani Kalesi’nin hicri 805 (miladi 1402-1403) tarihinde Karayülük Osman Bey tarafından onarıldığına dair başka bir belge bulamadık. Ergani, Akkoyunluların hâkimiyetine geçen ilk kaledir. Birçok defalar kuşatılmış, önünde savaşlar yapılmıştır. Akkoyunlular döneminde belki de birkaç defa onarım görmüştür. Ancak bunu teyit eden belgeler henüz yok. Mahallinde yaptığımız araştırmalarda, Zülküfül Makamı’nı çevreleyen duvarlarda kullanılmış yazılı taşlara rastladık. Belki de bu taşlar kale duvarlarına aittir. Taşlar parça parça ve dağınık olduğu için, bunlardan bir sonuç çıkarmak mümkün olmadı.”
Zülküf/Zülkif/Zülkifl Peygamber’in mezarının Eğil’de, makamının ise Ergani’de olduğu söylenir. Ama çoğu kişi Zülküf Peygamber’in mezarının da Ergani’de olduğuna inanır. Zülküf Peygamber’in makamının ne zaman yapıldığı net değil, ancak 1926’da Birinci Umumi Müfettişlik’in emriyle yıkıldığı biliniyor. Sonradan 1958’de Ergani Hayır Cemiyeti tarafından makama ait mekâna taştan yeni bir bina yapılmış.
Bu yeni binaya/mescide gidildiğinde, ilkin türbe yeşiline boyanmış bir avlu ve içeride üç bölüm göze çarpıyor.¹ Ön kısmında erkeklere ait namaz yeri bulunuyor; bir kapıyla inilen aşağıdaki bölme ise kadınlara ait namaz yeri. Bunların ortasındaki kısımdan da kabristana gidiliyor. Yeşil bir örtü ile örtülü kabirde yatanın Zülküf Peygamber olduğu söylense de inanmamak gerekiyor. Burada yatanın Zülküf Peygamber’in yardımcısı Abdullah olduğuna dair de söylentiler var.
¹ Yazarın son ziyaretini gerçekleştirdiği 2004 yılı esas alındı.
Zülküf Dağı’nın zirvesinin doğusunda, Dicle’ye bakan büyük kayanın üzerindeki Meryem Ana Kilisesi (Surp Asdvadzadzin / Dêra Meryemayê), Zülküf Peygamber’in makamı gibi Ergani’nin sembollerinden. Meryem Ana isminden olacak ki, Zülküf Dağı’nın diğer adı Çiyayê Meryema’dır.
Kilisenin ne zaman yapıldığı bilinmese de kimi kaynaklarda Partsrahayyats Meryem Ana Manastırı olarak anılarak 1434’te Bitlisli Mıgırdiç Nakkaşyan tarafından tasarlandığı ve inşa edildiği yazılır. Kiliseyle ilgili elimize ulaşan en detaylı bilgiler, Ğugas İnciciyan’ın Dünya Coğrafyası adlı eserinde yer alıyor.
Yazıya eşlik eden siyah beyaz fotoğraf İngiliz Gertrude Bell’e ait. Bell, 1909’da Ergani’ye gelişini Amurath to Amurath adlı kitabında yer alan “Diyârbekr to Konia” (“Diyarbekir’den Konya’ya”) başlıklı bölümde anlatıyor:
“Devam eden düğün eğlenceleri sebebiyle geceyi Tarmur¹ köyünün dışında biraz rahatsız geçirdik. (…) Gün ağarınca huzur yeniden sağlandı ve gelin, davul zurna eşliğinde düğün alayıyla kocasının evine uğurlandı. (…) Arghana (Ergani) tepesine doğru yola koyulduk. (…) Dik bir patikadan Meryem Ana Ermeni Manastırı’na çıktık. Büyüleyici bir manzara ve papazın hoş sohbetiyle ödüllendirildik. Ben onun yaptığı harika kahveyi içerken, papazdan manastırın Hıristiyan dönemin ilk yüzyılında kurulduğunu öğrendim. Fakat bu, papazın ileri sürdükleri arasında en güçlü teyidi gerektiren bir bilgi. Öyle bile olsa mevcut yapı Orta Çağ’da büyük ölçüde yeniden inşa edilmiş olmalı.”
¹ Diyarbakır-Elazığ karayolunun 200 metre kuzeyinde Geyik İstasyonu’na yakın olan Ergani’nin Termül/Aşağıkuyulu köyü olmalı.
Makam Dağı’nda bulunan ve buraya has Makam Çiçeği ile Makam Bülbülü’ne değinmeden olmaz. Aşağı Suluk ve Çırçırik diye adlandırılan yerlerden başlayıp mescide kadar uzanan bölgede, özellikle taşlık ve kayalıklarda görülen Makam Çiçeği, bir rivayete göre Zülküf Peygamber’in terinin damladığı yerlerde yetişiyor. Bir başka rivayete göre ise Hz. Ali’nin atının terinin damladığı yerlerde açmış ve o günden beri de sadece Ali Dağı ve Makam Dağı’nda görülüyor. Bu konuda başka rivayetler de mevcut.
Zambakgillerden olan Makam Çiçeği, genellikle Nisan sonu ile Mayıs başında açan, alımlı, dik gövdeli, 15-20 cm uzayabilen, yeşil ince uzun yaprakları arasında huni biçiminde eflatun çiçekler açan narin yabanıl bir bitki. Hem kutsal olduğuna inanıldığı için hem de güzel kokusundan ötürü evlerde kurutulmuşu da saklanıyor.
Makam Dağı’nın bir başka güzelliği de aşk dolu ezgilerle ötüşen kaya bülbülleri. Kayaların rengiyle aynı tonda olan bu küçücük kuşlar susmak nedir bilmez. Ben bunu bu kutsal topraklarda, bu dağda ve dağın eteklerinde güllerin olmayışına yorarım.
Şimdi artık oturduğumuz kayadan yönümüzü güneye, yani Karacadağ’a, bakışlarımızı Ergani’ye çevirebiliriz.
İlk bakışta Karacadağ eteklerine kadar uzanan Hani Gevran / Xana Gewran ve Hüşot/Xûşot/Aşot ovalarını görürüz. Hüşot Ovası’nın başlangıç kısmında, Ergani’nin simge mekânlarından olan Hilar mağaraları, Çayönü / Qotê Ber Çem, şimdi Anadolu Öğretmen Lisesi olan eski Dicle Köy Enstitüsü ve Ergani Tren Garı sıralanır.
İlçeye uzaklığı yaklaşık 7 km olan Hilar mağaraları, Ergani’nin güneyinde, Hilar köyünün doğusunda bulunur. Köy burada doğal olarak sanki hilal şeklinde bir kaleyle çevrelenir. Güneşin ilk ışıkları bu kayalara vurur ve yavaşça eteğindeki ovaya yayılır. Sabahın bu okşayan, gönül alıcı ışığı Hilar kayalıklarında izleri baki kalan bir mabedin tekrar vücuda geldiği izlenimi yaratır. Kayalardaki bugüne ulaşan birçok tarihî eser de köyün girişindeki bu boğazda bulunur. Hilar eskiden Ergani’ye bağlı bir köydü. Büyükşehir belediyesinin sınırlarının genişletilmesiyle mahalle oldu. Resmî kayıtlardaki ismi ise Sesverenpınar.
Urfalı Mateos vakayinamesinde, 13 Mart 1035 ile 11 Mart 1036 tarihleri arasında Müslümanlarla Hıristiyanların kanlı bir şekilde savaştıklarını, Müslümanların Sevaveragk ve Alar’da katliam yaptıklarını yazar. Kitapta bir dipnotta Fransız tarihçi Édouard Dulaurier, Sevaveragk’ın Ermeni Mezopotamyasında bir şehir olduğunu, bugünkü adının Siverek olduğunu, Alar’ın ise Siverek’in yakınlarında bulunabileceğini söyler. Tarihçi Prof. Dr. M. Halil Yinanç da aynı dipnotta bu mevkiin İslâm coğrafyacılarının eserlerinde Hilar şeklinde geçtiğini ve Diyarbakır bölgesi kalelerinden biri olduğunu yazar. Bu verilerden hareketle şunu söyleyebiliriz: 1035-1036 yıllarında Ermeniler Hilar’a Müslümanlardan farklı olarak Alar diyordu.
Arkeolojik çalışmalar Hilar’ın çok eski bir yerleşim ve tapınak yeri olduğunu gösteriyor. Hilar, bugün kayalıklar, mağaralar ve Çayönü’nü de içine alan köyün/mahallenin ortak adı. Hilar’ın bir tepesi olan Çayönü’ndeki arkeolojik kazı bölgeyi dünya kültür tarihine yazdırdıysa da Hilar’ın kendisi, mağara ve kabartmaları Çayönü’nün gölgesinde kaldı.
Antropolog Prof. Dr. Metin Özbek, Çayönü insanlarını çok güzel bir dille anlatır:
“Onlar bir avuç insandı. Geldiler, aşağı yukarı 11 bin yıl öncesinde, Ergani’nin düzlüklerinde, su kaynaklarına yakın bir yerlerde yaşamaya karar verdiler. Önceleri tarım ve hayvancılığı bilmiyorlardı. Çevrelerindeki yabani hayvanları avlıyor, yabani bitkileri toplayarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Zamanla çiftçiliği öğrendiler. Böylece bir ekip üç aldılar. Artı ürüne kavuştular ve besin üreticiliğine dayalı bir köy topluluğunun temellerini attılar. Koyun, keçi ve domuz gibi evcil hayvanları oldu. Zamanla bunlara sığır da katıldı. Onlarla iç içe yaşamaya başladılar. Bu yeni geçim ekonomileri onların toplumsal yapılarına yeni boyutlar kazandırdı. Hilar kayalıklarına sırtlarını verip kurdukları köylerini, zamanına göre farklı işlevlere sahip en karmaşık yapılarla zenginleştirdiler. Oldukça sade bir mimari tarzı yansıtan evlerin yanında, görkemli anıtsal yapılar inşa ettiler.”
Çayönü’yle ilgili bilgilerin açığa çıkması Güneydoğu Anadolu Tarihöncesi Araştırmaları Karma Projesi’yle oldu.¹ Bunun öncesinde arkeolog Prof. Dr. Kılıç Kökten 1946’da Türk Tarih Kurumu adına Ergani’de çalışmalara başlamış ve Çayönü yerleşiminden önceleri de yörede yaşandığını gösteren buluntulara rastlanmıştı. Geyik İstasyonu ile Hilar köyü arasındaki ovada Orta Yontma Taş Çağı’na (Orta Paleolitik Dönem) ait çakmaktaşı kalıntıları bulundu.
¹ 1991-1993 yıllarında Çayönü’nün hemen yakınındaki Tilhuzur (Yayvantepe) köyünde arkeolog Prof. Dr. Mehmet Özdoğan başkanlığında yapılan kazı çalışmaları da Çayönü’ne dair bilgilerimizi artırdı.
Güneydoğu Anadolu Tarihöncesi Araştırmaları Karma Projesi, 1962’de Prof. Dr. Halet Çambel ve Prof. Dr. Robert J. Braidwood başkanlığında İstanbul ve Chicago üniversitelerinin ortak girişimiyle başladı. Amaç, ilk üretimciliğe geçiş aşamasına ve hiç bilinmeyen Yukarı Dicle Havzası’nda tarımcı ilk köy topluluklarının ortaya çıkışına dair arkeolojik araştırmalar yapmaktı. Yurtiçi ve yurtdışından birçok bilimsel kurumun katılımıyla devam eden bu kapsamlı projeyle ilginç sonuçlara varıldı.
Mehmet Özdoğan, 1988 Yılı Diyarbakır Yüzey Araştırması’na dair raporda Çayönü’nü de içeren bölgede Neolitik Çağ kentlerinin bu denli yoğunluk göstermesinin Yakındoğu’da pek örneği bulunmadığından bahsediyor.
Halet Çambel, Robert J. Braidwood, Mehmet Özdoğan ve Wulf Schirmer’in birlikte hazırladıkları 1988 Yılı Çayönü Kazıları raporunda da Çayönü’nün, Yakın Doğu’daki çağdaşı yerleşimlere oranla en güvenilir bilgiyi veren kazı yeri olduğu vurgulanıyordu. Çayönü, Nevali Çori ve Hallan Çemi ile birlikte Neolitik Çağ’ın en erken temsilcilerinden ve avcılık-toplayıcılık geçim ekonomisinden yerleşik yaşam biçimine geçişi en iyi yansıtan dönem köylerinden biri.
Köy Enstitüleri, Atatürk’ün ölümünden sonra kurulmuş olsa da Atatürk’ün sağlığında faaliyet gösteren Köy Öğretmen Okulları’nın geliştirilmiş hali gibiydi. Enstitülerle bilinçsiz ve niteliksiz iş gücü olarak görülen köylünün eğitilerek köylere gönderilmesi, yani köy kaynağı ile köylünün aydınlatılması ve kalkındırılması hedefleniyordu. Bu sayede yaşam felsefesi ortaklaşa üretmek ve tüketmek olan, becerikli aydın öğretmenler yetişti.
Dicle Köy Enstitüsü, Ergani ilçe merkezinin 5 km güneyinde, tren istasyonu ile Hilar köyü arasında 1944’te kuruldu. Yaklaşık 2 bin dönüm tarım toprağıyla tam teşekküllü bir okuldu. Kuruluş ve eğitime başlandığı dönemde okul müdürü olan Nazif Evren’in büyük katkıları olmuştu. Dicle Köy Enstitüsü’nden Enver Atılgan, Kemal Burkay, Osman Şahin, Adnan Binyazar, Mahmut Baksi ve Fehmi Salık gibi pek çok aydın, yazar, ressam, müzisyen çıktı.
1954’te önce Köy Enstitüleri’nin isimleri İlköğretmen Okulu olarak değiştirildi, sonra Öğretmen Lisesi’ne dönüştürüldü ve gittikçe amacından uzaklaşıldı. Dicle Köy Enstitüsü de bu süreçten nasibini aldı. Oysaki bu okul Çayönü’nde yapılan arkeolojik çalışmalara da ev sahipliği yapmıştı. Çayönü Kazı Evi bugün hâlâ faal.
Ulaşımın, öncelikle de demiryollarının kapitalizmin gelişmesinin önemli koşullarından, emperyalist paylaşımların araçlarından biri olduğunu görmek gerekir. Bağdat Demiryolu’nun İngiliz ve Alman emperyalizmi arasında nasıl bir rekabete neden olduğu ortadadır. Demiryolları Diyarbakır’da 23 Kasım 1935’te işletmeye açıldı. 16 Kasım 1937’de ise Atatürk tarafından Diyarbakır-İran-Irak demiryolu hattının temeli atıldı. Bu proje kapsamındaki Diyarbakır-Ergani-Elazığ-Pertek demiryolu hattı yapımında babamın amcası Zekeriya Üzülmez’in ve onun ustası Ermeni Xaço Usta’nın emeği bulunur. Bu iki inşaat ustası tünel ve köprü yapımlarında çalıştılar. Zekeriya Amcam, Xaço Usta’nın, Fırat ve Dicle nehirleri ve kolları üzerinde yapılan, bugün her biri tarihî eser niteliğindeki köprülerin ve dağların içinden geçen o karanlık tünellerin yapımında nasıl özveriyle çalıştığını bizlere uzun uzun anlatırdı.
Ergani İstasyonu’nun hizmete girmesiyle bir açılış da yapılmış, 15 Kasım 1937’de Atatürk Ergani’ye gelmişti. Anlatılanlara göre o gün şöyle yaşanır: Atatürk trenin bir kompartımanında yavaş yavaş görünür. Önceden istasyonda hazır bekletilen ilkokul çocukları şiirler okur. Atatürk, hasta olması nedeniyle çok kısa bir konuşma yapar, öğrenciler arasında gezer. Trenin düdüğü ve pistonlarının harekete geçmesiyle Atatürk bindiği vagonun penceresinden başını çıkartıp kalabalığı selamlar ve tren Diyarbakır’a devam eder. Şevket Beysanoğlu, o günü anlatırken coşkunun büyüklüğünün altını çizer ama duraklamanın sadece beş dakikaya tekabül ettiğini de yazar.
Ergani İstasyonu’ndan söz etmişken, Hafız Zülfo’yu anmak gerekir. O, istasyonda çaldığında kavalın sesi, trenin sesiyle, etraftaki sevinç ve hüzün çığlıklarıyla birleşir yüreklere işlerdi. 1940 ile 1980 arasında, yani tam kırk yıl boyunca yolu Ergani İstasyonu’ndan geçenler onun kavalını dinlemişlerdir. Kavalı ölümüyle sustu, istasyon öksüz kaldı. Güzel insanların rivayet ettiğine göre Zülküf Dağı ve Karacadağ’ın zirvesinde gün doğumlarında rüzgârın sesine hâlâ bazen Hafız’ın kavalının sesi eşlik edermiş.
Görme engelli bu usta sanatkârın kavalını yine kendisi gibi engelli bir usta sanatçı, Ermeni marangoz ustası Nışo yapmış, kadim coğrafyanın kadim iki halkının usta iki sanatçısı hünerleriyle buluşmuştu. Kör Zülfo olarak da tanınan Hafız’ın gerçek ismi Zülfi Yokuş’tu, Diyarbakırlı bir Kürt’tü. Topal Nışo olarak tanınan Diyarbakırlı Ermeni Nışo’nun gerçek ismi ise Dikran Nışan’dı. Mıgırdiç Margosyan, Gâvur Mahallesi adlı eserinde Nışo’dan söz eder, erik ağacından kavallar yaptığını da yazar.
Nışo’nun yaptığı ve Hafız’ın yıllarca nefesini üflediği kaval bugün Diyarbakır Kent Müzesi’nde sergileniyor. Sergi salonunda kavalın bir yanında kardeşim Miktat Üzülmez’in Hafız’la ilgili “Ben Seni Beklerken” adlı şiiri, diğer yanında da Mehemed Malmîsanij’in Zazaca yazdığı “Lulbendo Erxeniyıj” (“Erganili Kavalcı”) şiiri çerçevelenmiş durur.
Ergani’de gezmeye başlarken bir kayanın üzerine oturmuştuk. Yönümüzü doğuya çevirdiğimizde ise Kralkızı Barajı’nın güzelim mavimsi suları görünür. Tarih kitaplarında ismi çok geçen Bağin köyü, barajın doğu tarafında yer alıyordu. Erganili yazar Şerafettin Güneli, bu köyün halkının hepsinin Hıristiyan olduğunu, 1915’ten sonra köyün tamamen boşaldığını, boş kalan evlerin yıkıldığını yazıyor. Köyün üzerinde kurulduğu harabenin tarihi daha da eskiye uzanıyor. Güneli, Ermeni Kilisesi’ne bağlı olmalarına rağmen buradaki Hıristiyanların Ermenice bilmediklerini, Zazaca konuştuklarını belirtiyor ve ekliyor: “Bağin köyü Dicle Irmağı üzerinde kurulan Kralkızı Barajı’nın doğu tarafındadır. Harabeleri kısmen baraj suyunun altında kalmıştır. Anlaşılıyor ki, Ermeni Kilisesi’ne gittiği için pek çok Kürde Ermeni denmiştir.”
Doğu yönüne bakmaya devam ettiğimizde Kralkızı Barajı’nın güneyinde Ergani-Dicle/Pîran karayolunu görürüz. Hafselm (Bademli) köyü, bu yol üzerinde Ergani’ye 15 km uzaklıkta Kıleş/Qileş Dağları’nın doğu yamacına kurulu çok eski bir yerleşim yeri. Hafselm’in karşısında, yani Ergani-Dicle karayolunun güneyinde yer alan Hafselm mağaraları da Ermenilere ait bir yerleşim alanıymış. Şerafettin Güneli de “Hefselm [Hafselm] köyü halkı da Hıristiyandı. Ermeni Kilisesi’ne bağlıydılar, onlar da Ermenice bilmiyorlardı. Kırmanci [Kurmanci] şivesi [lehçesi] ile konuşurlardı” diye yazmıştı.
Oturduğumuz kayadan yönümüzü batıya çevirdiğimizde, Ergani’nin 12-13 km güneybatısında, Enüş Peygamber Dağı’nın güney yamacında, Otluca, yani bilinen ismiyle Kızılca köyünde bir türbe bulunur. Bu türbeye Ergani-Yolköprü/Kalxana-Ortayazı/Aşağı Balahur-Kızılca güzergâhı izlenerek gidilir. Bazıları burada yatan zatın Enüş Peygamber, bazıları ise Abbas Peygamber olduğunu söyler. Bazıları ise Enüş Peygamber ile Abbas Peygamber’in aynı kişi olduğuna inanır.
Damı kubbe biçiminde yapılan, kümbet olarak anılan bu türbe kireç kaynatılarak kurulmuş eski bir yapı. Bazı taşlarda beş ismin okunduğu söylenir: İbn-i Enüş, İbn-i Şit, İbn-i Kinan, Yerd Bin-i Mehlail ve İbn-i Adem. Türbe hakkında birçok rivayet bulunur. Örneğin Şerafettin Güneli, taşlarda yazılanların doğruluğu halinde türbenin Hz. Adem’in altıncı batın torunu Hz. Yerd’e ait olduğunu söyler.
Erganili araştırmacı Şehmus Aslan ise Enüş Peygamber’in Zülküf Peygamber’in kardeşi olduğu rivayetinden yola çıkarak “Şit Peygamber’in oğlu, Hz. Adem’in torunudur. Gökbilimi hakkında derin bilgisi olan bir zattır. 960 yıl ömür yaşamıştır. Bundan dolayıdır ki Hilar, Kızılca ve Kikan üçgeni dünyanın ilk yerleşim yeri olarak kabul edilir. Yani insanın yaratılışı ve çoğalımı burada başlayıp sonra dünyaya dağılmıştır” diye yazıyor.
Türbenin cuma günleri ve akşamları ziyaretçisi olur. Zülküf Peygamber’in makamındaki gibi dualar okunur, dilekler tutulur. Ama nedense Enüş/Abbas Peygamber’in ziyaretçileri Zülküf Peygamber’inki kadar fazla olmaz. Türbede de bir sahipsizlik, bakımsızlık hissedilir.
1970’li yıllarda planlanmaya başlanan Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) bölgede bir dizi barajın ve hidroelektrik santrallerinin ağırlığını oluşturduğu programı, bölgenin kalkınması hedefiyle tanıtılıyordu. Ergani Çimento Fabrikası’nın temeli de yaratılmak istenen bu ekonomik ivmenin bir parçası olarak 1976’da atıldı, 1984’te üretime geçildi. 1990’lı yıllarda ülkede özelleştirmeler hız kazanırken hatırı sayılır bir pazar payına sahip olan Ergani Çimento da 1997’de Uzan Grubu’na satıldı. İlerleyen yıllarda Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) geçen fabrika için 2005’te yeni bir ihale yapıldı ve sahibi Limak Çimento Grubu oldu.
Ergani Çimento Fabrikası bu yıllar boyunca çeşitli istihdam olanakları sunsa da Ergani’ye zararı büyük oldu. Fabrika bacalarındaki filtreler çalıştırılmadığında ya da arızalı olduklarında Ergani’yi toz kaplıyor, genç yaşlı herkes bu tozu solumak zorunda kalıyor. Tarım alanları da ne yazık ki bu tozdan nasibini alıyor.
Kuşkayası’nda fazla oturduk, biraz da merkezde gezinmek iyi olur. Bugünkü Ergani, eski Ergani ile aynı yerde değil. Osmanlı’nın son döneminde eski Ergani taşındı, Cumhuriyet ile birlikte Ergani kendisini yeniden var etti. Bu yüzden de bugünkü Ergani’de hiçbir tarihî yapı yoktur. En eski yapı olan Cami-i Kebir’in kapısında yer alan levhaya göre yapım tarihi 1921. Yeni ilçe merkezindeki ikinci en eski yapı ise eski Kaymakamlık binasıdır. Bu yapı şu anda Sezai Karakoç Müzesi olarak faaliyette.
Metin: Müslüm Üzülmez
Kapak fotoğrafı: Ergani, 1960’lar
KAYNAKÇA
• Aslan, Ş. (1998) Mezopotamya’nın Gani Kenti Ergani, Diyarbakır: 67, 135.
• Bell, G. L. (1911) Amurath to Amurath, William Heinemann Publishing, Londra: 327-328.
• Beysanoğlu, Ş. (1987) Anıtlar ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, Cilt 2.
• Beysanoğlu, Ş. (1996) Anıtlar ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, Cilt 3.
• Evliya Çelebi (1985) Seyahatnâme, Cilt 3-4, (ed.) Mümin Çevik, Üçdal Neşriyat, İstanbul.
• Evren, N. (1998) Köy Enstitüleri Neydi Ne Değildi, Güldikeni Yayınları, Ankara: 82-86.
• Güneli, Ş. (1966) Bütün Yönleriyle Erğani, Modern Matbaa, Ankara: 13.
• Güneli, Ş. (2002) “Zağros Yöresinde Değiştirilen Tarihi Yer İsimleri”, Berfin Bahar Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, 58.
• İnciciyan, Ğ. (1808) Aşkharakrutyun Çorits Masants Aşkharhi [Dünyanın Dört Bir Yanının Coğrafyası], Cilt 1, Venedik: 240-243.
• Margosyan, M. (1994) Gâvur Mahallesi, Aras Yayınları, İstanbul: 13.
• Özbek, M. (2004) Çayönü’nde İnsan, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul: 7.
• Özdoğan, M. (1990) “1988 Yılı Diyarbakır Yüzey Araştırması”, VII. Araştırma Sonuçları Toplantısı, Antalya, 18-23 Mayıs 1989, Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü, Ankara.
• Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), (çev.) Hrand D. Andreasyan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1962: 92-93, 103.
• Yurt Ansiklopedisi, Cilt 3, Anadolu Yayıncılık, İstanbul, 1982: 2228.