Ara
SERGİLER
SEYYAHLARIN KAYDA DÜŞTÜĞÜ TARİH
SEYYAHLARIN KAYDA DÜŞTÜĞÜ TARİH
Batı surları dışında bekleyenler, arkada Hamravat su kemeri. (19. yüzyıl)
Batı surları dışında bekleyenler, arkada Hamravat su kemeri. (19. yüzyıl)

İlk insan yerleşiminin neredeyse on bin yıl önce başladığı Diyarbakır, Mezopotamya uygarlıklarının kuzey, Anadolu uygarlıklarının güney sınırında, hep önemli bir kesişim noktasında durdu. Bu konum, kente siyasi hareketlilik ve ticari bir akışkanlık getirdiği kadar, kültürel bir çeşitliliğin de zeminini oluşturuyordu. Böylesi kavşak noktaları her daim seyyahların da uğraklarından, soluklanma duraklarındandır; onların zamanında düştükleri kayıtlardan o coğrafyalara dair başka bir tarih yazılır.

Diyarbakır’ın da böyle çok ziyaretçisi oldu. Kimi mimari eserlerden etkilendi, kimi coğrafyasından. Kimi “Müslümanların bugün sahip olduğu sınır kentleri içerisinde bundan daha korunaklı olanını ve de buradan daha kritik öneme sahip olan bir başka yer bilmiyorum” diye yazdı. Kimi “Dünyanın değişik ülkelerinde Arap, Acem/Fars, Hint ve Türk topraklarında çok sayıda şehir ve kale gördüm ama yeryüzünde ne Amid şehrinin bir benzerini gördüm ve ne de buraya benzer başka bir yer gördüm diyeni işittim” diyerek hayranlığını gizleyemedi.

Özellikle Orta Çağ’ın ortalarından Osmanlı hâkimiyetine kadarki dönemde yolu bölgeye düşen seyyahların geride bıraktıkları satırlara bakmak, kentte yaşanan değişimlerin izlerini de gözler önüne seriyor.

Güney surları ve Yedi Kardeş Burcu.

Diyarbakır’a, o zamanki adıyla Amid’e uğrayan seyyahların her birinin yola düşmek için ayrı bir sebebi var. Coğrafyacı Makdisi, 985 yılında saha araştırması için gelmiş ve Antakya’ya benzettiği şehre dair şunları kaleme almış:

“…Amid sağlam, güzel ve ilginç yapı tarzına sahip bir şehir olup tıpkı Antakya’ya benziyordu. Kürsüye benzer bir ön sur ve bu ön surun kapıları ve kuleleri vardı. Ön sur ile kale arasında boş bir alan vardı. Ancak Amid şehri Antakya’dan daha küçüktü. Şehir surları sert kara taştan yapılmıştı. Evlerin temelleri de yine bu taştan yapılmıştı.

Şehrin içinde çok sayıda su kaynağı bulunmaktaydı. Amid, Dicle Nehri’nin batı yakasında yer almaktaydı. Oldukça güzel ve bayındır bir şehir olan Amid, Müslümanların önemli bir sınır kenti ve garnizon olarak kullandıkları bir kaleydi. Cami, şehrin tam ortasında yer alıyordu.

Şehrin toplamda beş kapısı vardı. Bunlar Su (Dicle) kapısı, Dağ kapısı, Rum kapısı, Tell (Mardin) kapısı ve Sır kapısı – ki bu kapı boyut olarak küçük olup savaş zamanlarında kullanılan bir gizli geçitti. Kale kısmi olarak bir dağın üzerine kurulmuştu. Ben Müslümanların bugün sahip olduğu sınır kentleri içerisinde bundan daha korunaklı olanını ve de buradan daha kritik öneme sahip olan bir başka yer bilmiyorum.

Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed Makdisi, Ahsenü’t-tekasim fî ma’rifeti’l-ekalim, 1000 civarı, (der.) M. J. de Goeje, E.J. Brill, Leiden, 1906.
Solda: Sur duvarı yirmi arşın yüksekliğe sahipken eni ise on arşına ulaşıyordu. (Fotoğraf: Gertrude Bell, 1909, Newcastle Üniversitesi Gertrude Bell Arşivi).
Sağda: Urfakapı’nın üzerine stilize hayvan figürlerinin işlendiği demir kapı kanatları.

Şehrin görkemli dönemlerinden birini yaşadığı Mervanîler zamanında, 1046 yılında Hac yolculuğu güzergâhındaki Amid’e uğrayan Nasır-ı Hüsrev’in şehre dair notları da bugüne ulaşmış.

Şehir tek parçadan oluşan bir kaya kütlesi üzerine kurulmuştu. Boydan boya iki bin adım uzunluğunda olduğu gibi genişliği de buna yakın bir ölçüdedir. Şehrin etrafına, ağırlıkları yüz batmandan bin batmana belki daha fazlasına varan siyah taşlarla sur duvarı çekilmiştir. Taşların arasına kurşun veya kireç harcı konulmamasına karşın birbirlerine yapışık gibi dururlar. Sur duvarı yirmi arşın yüksekliğe sahipken eni ise on arşına ulaşır. Her yüz adımda bir, seksen adım yarıçapında yarım daire şeklinde burçları vardır. Burçların mazgalları da yine aynı taşlardan yapılmıştır. Surun iç tarafında şehirden burçlara çıkan çok sayıdaki taş merdivenler bu sura bitişik şekilde inşa edilmişti. Her burcun üstünde askerlerin rahatça savaşabilecekleri bir alan yapılmıştı. Şehrin dört tane kapısı vardı. Kapılar sade demirden yapılmış olup içinde tahta bulunmuyordu. Her bir kapı dünyanın bir yönüne bakar ki doğudakine Dicle kapısı, batıdakine Rum kapısı, kuzeydekine Ermen kapısı ve güneydekine ise Tell kapısı derlerdi.

Bu surun içinde yine aynı taştan yapılmış bir iç sur daha var ki yüksekliği on arşındı. Bütün sur duvarlarında mazgallar olduğu gibi içerden verilen bağlantı geçitleri de silahlı bir adamın kolayca geçebileceği ve durup savaşabileceği tarzda yapılmıştı. Bu iç surda da demirden yapılmış ve dış sur kapılarının karşısına denk gelen yerlerinde kapılar vardı. Dış sur kapısından geçen birinin iç sur kapısına ulaşabilmesi için bir süre yürümesini gerektiren bir alan vardı. Bu alanın uzunluğu ise on beş adımdı.”  

Ebû Muin Nâsır b. Hüsrev b. Haris, Sefernâme-i Nâsır Hüsrev Kubâdiyani Mervezi, 1088, (der.) Muhammed Debîr-i Siyâki, İntişarat-ı Zevvar, Tahran, 1990.

Nasır-ı Hüsrev, 1046’da gezdiği Amid’i daha önce gördüğü hiçbir kente benzetemiyor. Ulu Cami’den de ayrıca etkilenmiş.

Şehrin orta yerinde sert bir kayalıktan fışkıran bir su pınarı vardı. Beş değirmeni çevirebilecek güçte akan çok hoş bir suyu vardır. Hiç kimse bu suyun nereden geldiğini bilmez. Şehirde bu suyla yetişen ağaçlar ve bahçeler vardı. Şehrin yöneticisi daha önce sözünü ettiğimiz (Mervanî) Nasırüddevle’nin oğludur. Ben dünyanın değişik ülkelerinde Arap, Acem/Fars, Hint ve Türk topraklarında çok sayıda şehir ve kale gördüm ama yeryüzünde ne Amid şehrinin bir benzerini gördüm ve ne de buraya benzer başka bir yer gördüm diyeni işittim.

Ulu Cami de bu siyah taştan yapılmıştı. Öyle ki bundan daha iyi ve daha sağlam olması düşünülemezdi. Caminin ortasında iki yüze yakın taş sütun vardı. Her sütun tek parça taştandı ve üstünde de yine taştan yapılmış kemerler vardı. Bu kemerlerin üstünde ilkinden daha kısa sütunlardan oluşan ve bu büyük kemerlerin üstüne yapılmış diğer bir sıra kemer vardı. Bu caminin bütün tavanları yuvarlak kubbelerle örülmüştü. Hepsi de ahşap işçiliği, oymacılık, nakışlı ve boyalı bezemelerle süslenmişti.

Caminin içinde büyük bir kaya vardı. Bu kayanın üzerine oturtulmuş taştan yapılmış yuvarlak ve büyükçe bir havuz vardı ki duvar yüksekliği bir insan boyuna ulaşırken çevre uzunluğu ise iki arşın dolaylarındaydı. Havuzun ortasından pirinç bir boru gelir ki bu borunun ucundaki fıskiyeden duru bir su akar. Ancak bu suyun çıktığı ve akıp gittiği yerler bulunamamıştır.

Çok büyük ve bir o kadar da güzel bir abdesthanesi vardı ki ondan daha iyisi olamazdı. Şu kadar var ki Amid’deki bu abdesthane siyah taşlardan yapılmışken Meyyafarikin’deki (Silvan) abdesthane beyaz taşlardandı.

Caminin yakınında çok büyük ve taştan yapılmış bir kilise vardır. Kilisenin zemini mermer bezemelerle döşenmişti. Bu kilisede Hıristiyanların ibadet ettikleri kubbeli bazilikanın girişinde demirden ağ gibi örülmüş bir kapı gördüm ki hiçbir yerde bu kapının bir benzerini görmemiştim.

Ulu Cami’nin şadırvanı. (Fotoğraf: DİTAV arşivi)
Artuklular döneminde gelen seyyahın Amid’i anlattığı sayfa.

İsmi bugüne ulaşamamış olsa da Artuklular döneminde yaşadığını anladığımız meçhul bir seyyahın, bulduğu bir coğrafya kitabı elinde bu bölgeyi gezdiğini biliyoruz. 1183 yılına ait şehre dair gözlemlerinin yanında, seyyahın toplumsal duruma dair çarpıcı tespitleri de mevcut.

“… Amid şehri Dicle’nin batısındaki elli insan boyu yükseklikte hâkim kayalık bir zemin üzerine kurulmuş bir şehirdir. Değirmen (bazalt) taşından yapılmış siyah bir surla çevrilidir. Bu surun rengi aşırı siyah olduğu için şehir kara diye isimlendirilirdi. Bu taşın dünyada bir benzeri yoktu. Bu taşa benzer değirmen taşı Irak’ta yaklaşık 50 dinara satılır. Sur içinde üç tane su kaynağı vardı. Bu kaynakların her birinin suyu kaynağından çıktıktan hemen sonra çok sayıda değirmeni çevirirdi. Şehirde üzüm bağları ve kaliteli meyve bahçeleri vardı. Eskiden önemli bir sınır kenti olan Amid surlarının bakımı için bağlanmış çok miktarda vakıf vardı.

Bu satırların yazarı der ki; ben 1139 yılında şehre ilk geldiğimde şehirde bir avuç insan dışında kimsecikler kalmamıştı. Önceleri bu şehirde ileri gelen soylu aileler, din adamları, filozoflar, edebiyatçılar, cömert zenginler varken şimdi ise Nisanoğulları tarafından yapılan zulüm, daha önce kimse tarafından konulmamış ağır vergiler, uyguladıkları baskılar ve vergisini ödeyemeyen halkın mallarına el koymaları üzerine birçok insan vatanlarını terk ederek başka yerlere göç etmek zorunda kaldılar. Aileler dağıldı, evler yıkıldı, geride izleri bile kalmadı. Çarşılarda açık dükkân kalmadı. Her şeyden öte şehrin adı kötüye çıktı. Nitekim bu şehre mensup insanlar kendilerine zarar verilmesinden endişelendikleri için gittikleri yabancı yerlerde isimlerini değiştirdikleri gibi memleketlerini de gizliyorlardı.

Sonunda bilge ve adaletli yönetici Artuklu hükümdârı Nureddin Muhammed b. Karaarslan b. Davud b. Sökmen 1183 yılı Nisan ayında bu şehri fethetti. Şehrin kapılarını tekrar insanlara açtığı gibi ağır vergileri de kaldırdı. Öte yandan sorun teşkil eden uygulamalara da son verdi. Kötü günlerin izini silecek iyi hizmetlerle şehri eski güzel günlerine geri döndürmeye çalışmaktadır. Yıkılan yerlerin bir kısmı onarılmışken boş kalan yerler ise göç eden halkın evlerine dönmesi ve şehir yöneticisinin adaletle hükmetmesiyle bayındır hale gelecektir. İnşallah bunu başarır.

Ebü’l-Kâsım Muhammed b. Havkal el-Bağdadi, Suretü’l-arz (Opus geographicum), 977, (der.) J. H. Kramers, Leiden, 1939.

Çokdinli bir bölge olması, Amid’e bu nedenle gelmek isteyenleri de çekiyordu. Mısırlı Kıpti din adamı Ebu’l-Mekarim Circis de 1204 yılında şehre Hıristiyan mabetlerini gezmek üzere gelmiş ve gördüklerini kayda geçirmiş.

“… Amid şehrinin surları siyah bazalt taştan olup enine ve boyuna geçit vermez bir sağlamlıktaydı. Surda yetmiş adet burç vardı. Bu şehirde Hıristiyanlara ait yetmişe yakın ibadethane bulunmaktaydı. Bunlardan biri yüksek yapılı sağlam mimariyle kurulmuştu. Bu kilise Kutsal Pak Bakire Meryem adıyla anılırdı.

Bu kilisede devasa büyüklükte bir kubbe vardı ve kilisenin her yanı resimlerle bezeliydi. Kilisenin zemini cam mozaiklerle bezenmişti. Bu mozaiğin yapımında yetmiş Romalı patrik yer almıştı. Bu kilisede on yedi sunak bulunmaktaydı. Tek bir tane revak bulunan kilisenin en büyük sunağı bu revakın ortasındaydı. Kilisenin tavanını tutan sütun gibi yedi tane ahşap direk vardı. Amid şehrindeki saray Fatımîlerin Kahire şehrinde inşa ettikleri saraydan daha büyük ve daha genişti. Bütün saray renkli mermerlerle dikey ve yatay döşenmiş, ayrıca cam mozaiklerler bezeliydi. Amid şehrinde başka birçok kilise vardı ama hiçbiri buna benzemiyordu. Amid Kalesi gökyüzüne doğru baş çekmiş yüksek bir sura sahipti.

Ebu’l-Mekarim Circis, Tarihu’l-Kenais ve’l-Edyire, 13. yüzyıl.
Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi. (Fotoğraf: Meryem Ana Kilisesi arşivi)
Solda: Herevî’nin kitabında Amid ve Eğil’in anlatıldığı sayfa. Sağda: Hazreti Zülküf’ün mezarı için hazırlanmış 1095 tarihli mezar taşı.

Dinî mekânları gezen ve daha sonra bunlar hakkında toparladığı bilgileri kitabında bir araya getiren Müslüman gezgin Ebu Bekir Herevî de 1215’te Amid’e varmış ve izlenimlerini şöyle aktarmış:

… Amid şehrinde Cibril Mescidi, Peygamber Mescidi var -ki bunun bir öyküsü var, Hazreti Ali, Hazreti Ömer mescidleri var. İnsanlar onları rüyalarında görmüşler. Tell Tevbe (Tövbe Tepesi) denilen bir yer var ki buranın da bir öyküsü var. Büyük evliyalardan Şeyh Sa’d diye birinin türbesi var. Bu türbenin müştemilatında çok sayıda derviş kalmaktadır. Eğil Kalesi’nde Hazreti Zülküf’ün kabrinin bulunduğu söylenirse de bu doğru değildir.

Ali b. Ebu Bekir Herevî, Kitabü’l-İşarat ila maʿrifeti’z-ziyarat (A Lonely wayfarer’s guide to pilgrimage), 1215, (der.) Josef W. Meri, The Darwin Press, Princeton, 2004.
Solda: İbn Said’in eserinde Amid ve Dicle Nehri’nin anlatıldığı sayfa. Sağda: Kelekçiler altlarına şişirilmiş deri tulum yerleştirilen ahşap sallarla Dicle Nehri’nde çalışıyordu. (Fotoğraf: DİTAV arşivi)

İbn Said el-Mağribî, çok uzaklardan, ta İspanya’dan çıkıp gelmiş Amid’e. 1267 yılında yazdıkları arasında görüyoruz ki dikkatini çeken bir detay da Dicle’ye indirilen ahşap sallar olmuş.

… Diyarbekir bölgesinde egemen olan Artukoğullarının başkenti olan Amid, Dicle Nehri’nin batı yakasına düşer. Boylamı atmış beş derece, kırk dakikadır. Enlemi ise otuz sekiz derece ve sekiz dakikadır. Dicle Nehri ise Batlamyus’tan aktarıldığına göre boylamı atmış dört derece ve kırk dakikadır. Enlemi ise otuz dokuz derecedir. Bu konum Kalikala’nın (Erzurum) doğusu ve Ahlat’ın batısındaki el-Karneyn (Bırkleyn) denen bir dağa denk gelir. Nehrin kaynağına ise Dicle denirdi. Bu nehre çok sayıda nehir katılır. Amid’den sonra nehir genişler. Buradan itibaren nehre kelekler indirilir. Kelek, altına şişirilmiş deri tulum yerleştirilen ahşap sallardan ibaretti.

Ebü’l-Hasan Nureddin Ali b. Musa İbn Saîd el-Mağribi, Bastü’l-arz fi’t-tul ve’l-arz, 1286, (der.) Havan Kırnıt Hınıs, Matbaatu Kerimadis, Tıtvan, 1958.
Mardinkapı’da Eyyubî hükümdârı Melik Kamil tarafından yıktırılan üçüncü sur duvarlarının kalıntısı.
Mardinkapı’da Eyyubî hükümdârı Melik Kamil tarafından yıktırılan üçüncü sur duvarlarının kalıntısı.

Vergi tahsildarı olarak 1280’de Halep’ten Diyarbakır’a gelen İzzeddin İbn Şeddad, Memlükler adına bu görevi yerine getirirken teferruatlı notlar tutmuş. Renkli anlatımıyla ayrıca dikkat çekiyor.

… Amid şehri, Dicle Nehri üzerinde olup çevresi iki ayrı sur tarafından çevrelenmiştir. Biri büyük sur diğeri ise ona göre daha küçük olup set gibidir. Bu ön set şeklindeki suru Eyyubî hükümdârı Melik Kamil şehri hâkimiyeti altına aldığı esnada yıktırdı ve enkazını büyük surun güçlendirilmesinde kullandı.

Bu surun burç sayısı atmış olduğu gibi kapı sayısı da beştir. Bu kapılar Tell kapısı, Su (Dicle) kapısı, Ferec kapısı, Rum kapısıdır ve bir kapı da surun içindedir. (Artuklu) Melik Salih Mahmud, Ayn Sora Pınarı’na nazır tepeye bir kale inşa ettirmişti. Şehir suru, demir silahların işlemediği dayanıklı siyah bir taştan yapılmıştır. Üzerinden beş tane küçük at geçebilirdi. Anlatıldığına göre Ebu Musa İsa b. Şeyh Amid şehrinin yönetimini ele geçirince Abbasî Halifesi Mutezid 899 senesinde buraya sefer düzenledi ve şehri kuşattı. Savaş sonunda şehri ele geçirince surların boyunu alçalttı. Bir süre böyle kaldı. Daha sonra günün birinde şehirde hamallık yapan İbn Dimne adında biri sırtında buğday sepetiyle surun yanından geçerken dinlenmek için sepeti yere indirip oturmuş ve suru izlemeye başlamıştı. Surun kısa olduğunu görünce, ‘ne sağlam bir yapı ama keşke şu yüksekliği bu kadar az olmasaydı! Allah’ım şayet günün birinde beni bu şehre yönetici yapacak olsaydın ben surun yüksekliğini bir adam boyu kadar daha artırırdım,’ dedi. Zaman yapacağını yaptı ve düşük tabakanın yemeğini soyluların evlerine indirdi. (Mervanîlerden) Mumehhidüddevle hükümdâr olup devletinin anahtarlarını ve ülkesinin yönetim işlerini İbn Dimne’nin eline bırakınca İbn Dimne sözünü tuttu ve adağını yerine getirdi. Suru yükselttiği gibi ön suru da inşa etti. Surdaki ek kısım bu kitabı kaleme aldığımız 1280 yılı olan günümüze değin de sağlam kalmış ve yer yer açıkça görülebiliyor. Mervanî hükümdârı Nizameddin Ebu’l-Kasım Nasr b. Nasireddin b. Mervan döneminde Amid surlarının birçok yeri tamir edildi. Bu tamir edilen yerlerin içten ve dıştan üzerine hükümdârın adı yazılmıştır.

Ebû Abdullah İzzeddin Muhammed b. Ali b. İbrâhim İbn Şeddâd, el-A’lakü’l-hatire fî zikri ümerai’ş-Şam ve’l-cezire, 1285, (der.) Yahyâ Zekeriyyâ Abbare, Vizaretü’s-Sekâfe, Şam, 1978.

Vergi tahsildarı İzzeddin İbn Şeddad, kişisel gözlemlerini aktarırken, kendisinden sonra aynı görevi yapacaklara kılavuzluk eder düşüncesiyle de bilgiler eklemiş.

(Nizameddin) Şat (Dicle) Nehri üzerinde Amid’in doğusunda ve kayanın altında yirmi küsur gözden oluşan bir köprü inşa ettirdi. Surun yıkılan yerlerinin onarılması için birçok yeri vakfetti. Şehirde iki tane su pınarı akmaktadır. Bunlardan biri sur içinde olup Ayn Sora adıyla bilinir. Kaynağının neresi olduğu bilinmez. Kimileri bu suyun kaynağının Lison Dağı’nda (Karacadağ) olduğunu söylerler. Diğer su pınarı ise sur dışındadır. Rum kapısı civarındaki bu pınar Ayn Zaûra (Küçük Pınar/Anzele) diye bilinir. Pınarın ortasında Mervanî hükümdârı Mumehhidüddevle b. Mervan tarafından yaptırılmış bir kubbe vardır. Bundan biraz uzakta ise Bakilla adında bir başka su pınarı vardır. Bu pınardan akan su, şehre girer ve kanallar aracılığıyla şehre dağıtılır. Bu suyun bir bölümü ise Ulu Cami’ye gider ve oradaki büyük havuza dökülür.

Mervanî hükümdârı Nasr tarafından 1072’de yaptırılan sur duvarı.
Mervanî hükümdârı Nasr tarafından 1072’de yaptırılan sur duvarı.
Solda: Taciyye diye kaydedilen Mesudiye Medresesi. (Fotoğraf: ÇEKÜL Vakfı Metin Sözen arşivi, 1960’lar)
Sağda: Şafiiler için yaptırılmış olan Zinciriye Medresesi. (Fotoğraf: Adil Tekin, 1970, DTSO arşivi)

1280 yılında Memlükler adına vergi tahsildarı olarak Amid’e gelen İzzeddin İbn Şeddad, gizemli bir tünele dair duyduklarını da aktarmış.

Şehirde iki tane medrese vardır. Bir tanesi caminin doğusunda olup yaptıranı Taceddin’in adıyla yani Taciyye Medresesi diye bilinir. Diğeri ise caminin yakınında olup iki kapısı vardır. Biri caddeye açılırken diğeri de camiye doğru açılır.

Bu şehirde iki büyük kilise vardır. Bunlardan biri Rum kapısı tarafında olup Meryem Ana Kilisesi olarak bilinir. Öyle eski ve sağlam bir yapıdır ki bu özelliği ile meşhur olmuştur. Diğer kilise ise el-Menazî diye bilinen bahçenin yakınındadır. Müslümanlar şehri ele geçirmeden önce bu yerde büyük bir kilise varmış. Şehir savaş yoluyla alınınca halk kaçıp bu kiliseye sığınmış. Müslümanlar kaçan halkın peşine düşerek bu kiliseye girmişler, ancak tünelin kapısında duran bir kadın dışında kimseyi bulamamışlar. Kiliseye girenleri sorduklarında kadın, onların bu tünele girdiklerini söylemiş. Bu tünel onları Rum ülkesine ulaştırıyormuş. Bu kilise (Artuklu) Melik Salih Mahmud döneminde yıktırıldı ve taşlarının bir kısmıyla kumaş çarşısı (bedesten) yapıldı. Kalıntıları ise kilisenin büyüklüğüne ilişkin fikir verecek niteliktedir.

Solda: Ulu Cami’nin avlusu. (19. yüzyıl). Sağda: Ulu Cami’nin harap hali. (Fotoğraf: Adil Tekin, DTSO arşivi)

Diplomatik ilişkiler de o çağlarda seyahatin önemli gerekçelerindendi. Elçilik görevi nedeniyle 1472 yılında Memlükler adına Mısır’dan yola çıkan İbn Aca’nın Akkoyunlu Uzun Hasan’ın Tebriz’deki sarayına varmak için izlediği güzergâh, yolunu Diyarbakır’a da düşürmüş.

“…Karacadağ’dan Amid’e ulaştık. Pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma günleri boyunca bu şehirde kaldım. Sağlamlığı ve yapım tekniği açısından meşhur olan Ulu Cami’de (cuma) namazı kıldıktan sonra şehirden ayrıldım. Bu cami mimari açıdan (Şam’daki) Emeviyye Camii’ne benziyordu. Ancak caminin önemli bölümlerinin çoğu yıkılmaya yüz tutmuştu.

Öte yandan şehirde Artukluların kendi yönetimleri döneminde yaptırmış olduğu mimari eserler, onların kendi ülkelerini bayındır bir hale getirmek için sergiledikleri çabaya tanıklık etmekteydi. Bu eserlere ve mimari yapılara bakan kimse üzerinde derin düşününce, Artukluların yüce konumlarını ve kendilerine tasa ettikleri işlerin değerini net olarak görme olanağı bulur ve şairin şu dizesini anımsar: Ülke edindikleri yerlerde rüzgârlar esti / Sözleştikleri bir gün varmışçasına…

Muhammed b. Mahmûd el-Halebi İbn Aca, el-Irak beyne’l-memalik ve’l-Osmaniyyin el-etrak’ın içinde, (der.) Muhammed Ahmed Dehman, Dârü’l-Fikr, Şam, 1986.
Çiftbaşlı kartal figürünün bulunduğu Yedi Kardeş Burcu. (Fotoğraf: Süleyman Sezgin, 1928)

Orta Çağ’da ticaret yapmak günler, aylar boyu durmaksızın yollar tepmek demekti. 1507 yılında ismini bilmediğimiz Venedikli bir tüccar da İran’a, Tebriz’e giderken Diyarbekir’de durmuş. İlgisini çekenleri kâğıda düşürmüş.

…Bu kaleden (Urfa’ya bağlı Cumlin Kalesi) üç günlük bir yolculuktan sonra, tarihçilere göre İmparator Konstantin tarafından yaptırılan ve çapı on veya on iki mili bulan büyük Kara Amid şehrine vardım. Şehir siyah taştan yapılmış surlarla çevrili olup konumundan ötürü boyanmış gibi bir görüntüsü vardı. Toplamda üç yüz altmış burç ve kuleye sahiptir. Surun etrafını sırf zevk için iki kez dolaştım. Çok farklı formlardaki burçlar ve kulelere bakınca anladım ki geometri uzmanı olmayan biri bu surlara bakmaktan zevk alamaz. Çünkü surlar çok muhteşem yapılardı. Birkaç yerinde imparatorluk sembolü olan çift başlı ve çift sorguçlu kartal (karakuş) figürünün oyulduğunu gördüm.

Giosafat Barbaro, Travels to Tana and Persia and A Narrative of Italian Travels in Persia in the 15th and 16th Centuries, 1873, (der.) William Thomas ve Eugene Armand Roy, Cambridge University Press, 2010.

Venedikli tüccar, şehrin farklı dinlere ait ibadethanelerinden etkilenmiş, Hıristiyan dönemden kalan yapıları ayrı bir gözle incelemiş.

“Bu şehirde sayıca Müslümanlardan daha fazla olan ve diğer dinlere inanan Hıristiyanlar, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gibi başka insanlar da vardır. Her din, Müslümanlar tarafından taciz edilmeden, kendi inancının hizmetinde kullandığı ayrı bir ibadethaneye sahiptir.

Şehirde birçok harika kilise, saray ve üzerlerinde Grekçe yazıların bulunduğu anıtlar vardı. Bu şehirdeki kiliseler, Venedik’teki Santi Giovanni e Paolo ya da Frati Minori katedralleri boyutundaydı ve birçoğunda azizlerden, özellikle Aziz Quirinus’tan kalan ve Hıristiyanların egemen oldukları döneme ilişkin izler açıkça görülmekteydi. Saint George Kilisesi’nde, Aziz Peter’e ait olduğu söylenen ve gümüş bir kutunun içerisinde hürmetle korunan kolu gördüm. Ayrıca Caloianni isimli Trabzon kralının kızı Despina Hatun’un mezarı da bu kilisedeydi ve kilise kapısının yakınındaki sütunlu girişte yere gömülüydü. Mezarının üstünde küp şeklinde kutuyu andıran yüksekçe bir kapak vardı. Mezar, tuğladan ve topraktan yapılmış olup boyu enine oranla yaklaşık üç kat daha fazla bir uzunluktaydı.”

Despina Hatun’un mezarının bulunduğu Saint George Kilisesi. (Fotoğraf: DİTAV arşivi)
Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi. (Fotoğraf: Gertrude Bell, 1909, Newcastle Üniversitesi Gertrude Bell Arşivi)
Meryem Ana Kilisesi’nin taş işçiliği inceliğiyle dikkat çekiyordu. (Fotoğraf: Gertrude Bell, 1909, Newcastle Üniversitesi Gertrude Bell Arşivi)

Tebrize uzanan yolunda duraklayarak şehirde vakit geçiren Venedikli tacir, Meryem Ana Kilisesi’ne duyduğu hayranlığı aktarmış.

Bu şehirde güzel bir tarzda inşa edilmiş Saint John Kilisesi vardır. Hatırlamışken okurlarımın ilgisini çekeceği düşüncesiyle güzelliği ve görkemini anlatmadan geçmemem gereken kiliselerden bir diğeri de Meryem Ana adıyla bilinen kilisedir. Bu kilise, şapellerin önünde altmış sunağı barındıran büyük bir yapıdır. İç kısım tonozlarla inşa edilmiştir ve tonozlar da üç yüzden fazla sütun tarafından desteklenmektedir. Ayrıca tonozlar üstünde de sütunlarla eşit olarak desteklenen başka tonozlar vardır. Ve anladığım kadarıyla bu kilise, ortasında bulunan avlunun şekli dikkate alındığında hiçbir zaman dışa kapatılmamıştı ve hepsinden önemlisi, gördüğüm kutsal vaftiz kabı açık havadaydı. Bu vaftiz yeri kilisenin tam ortasında yer almaktadır. İyi bir kaymaktaşından kocaman bir mastaba (mezar odası) gibi yapılmış, içi çeşitli nakışlarla oyulmuş ve en görkemli şekilde işlenmişti. Devasa bir kaliteli mermer bloğuyla kaplıydı ve kristal parlaklığınnda mermer sütunlarla desteklenmişti. Tüm kilise kakma mermerdendi ve bu sütunlar güzel ve muhteşem bir oyma işçiliğine sahipti.

Günümüzde, kilisenin doğu kısmı bir camiye dönüştürülmüşken aynı yapının diğer kısmı ise her zaman olduğu gibi rahiplerin yaşadığı manastır olarak kullanılıyor. İçinde kristal duruluğunda bir suyun aktığı olağanüstü bir çeşme var. Bu kilise öylesine asil bir şekilde inşa edilmiş ki Venedik’teki San Marco Sarayı’nda olduğu gibi üst üste bindirilmiş güzel ve görkemli mermer sütunları sayesinde cenneti andırıyor. Diğer kiliselerin birçoğunda çansız kuleler varken bu kilisenin birden çok çan barındıran bir kulesi var.

Diyarbakırın su kaynakları, suyla ilişkisi hangi sebeple olursa olsun şehre gelenleri etkilemiş. İsmi meçhul Venedikli tacir de Dicleye dokunmadan yapamamış.

Kısmen bir ovanın, kısmen de bir dağın üzerinde yer alan ve büyük bir ovanın ortasında bulunan bu şehrin birçok yerinden çıkan pınarlar sayesinde suyu oldukça boldur. Şehrin askerler tarafından çok iyi korunan altı kapısı vardır. Kapı komutanlarının emri altında on, on iki veya yirmi asker bulunur. Her kapının yanında da temiz su akan büyük çeşmeler yer alır.

Bu kent boyunca akan diğer nehirler arasında, şehrin doğusundan geçen ve Şat (Dicle) diye adlandırılanı ilkbaharda olağanüstü bir şekilde yükselir ve Hasankeyf ile Cizre’ye doğru hızla akarak, Bağdat’ta Fırat Nehri’ne karışır ve sonra ikisi Basra Körfezi’ne dökülür.

Diyarbakır surları kadar, su kaynakları ve kanalları ile de gezginleri etkiliyordu. (Fotoğraf: DİTAV arşivi)
Diyarbakır surları kadar, su kaynakları ve kanalları ile de gezginleri etkiliyordu. (Fotoğraf: DİTAV arşivi)