Diyarbakır’ın “bakır”la karmaşık bir ilişkisi var. Cumhuriyet sonrası şehre Diyarbakır ismi yakıştırılırken, Diyarbekir yüzyıllara yayılan bir yanlışlık gibi ele alınmış, “öze” dönülerek bölgenin “bakır diyarı” olarak anılması tercih edilmişti. Maden açısından fakir sayılmasa da şehre adını verecek denli bakır zengini olup olmadığı tartışmalı.
Diğer yandan Neolitik Dönem’e uzanan insan yerleşimine ait buluntular, bölgenin bakır işlemeciliğinde öncülüğünü de teslim ediyor. Bu rolün, bin yıllara yayılan iktisadi ve kültürel bir damarı beslediğini söylemek mümkün. Altın ve gümüşle birlikte bakır işlemeciliği şehir için önemli bir üretim faaliyeti, özellikle gayrimüslim halkların ellerinde ışıldayan bir zanaat olagelmiş.
Diyarbakır’da bakırın hikâyesini, bugüne ulaşan o tek tek boncuklardan alıp bugün turistik bir hatıraya dönüşüne dek getireceğiz.
Bugünden geriye üç bin yıl kadar geri gidersek Diyarbakır; Amid, Amidi, Amida, Kara Amid isimleriyle karşımıza çıkıyor. Milattan sonraki yıllarda bunları unutturan Diyarbekir’in kökenine dair çeşitli görüşler varsa da en fazla ortaklaşılan tez, Diyar-ı Bekr’in bölgede yerleşik Arap kabileleri işaret ettiği yönünde.
15 Kasım 1937’de şehre gelen Atatürk, akşam Halkevi’nde şerefine verilen konserden sonra yaptığı konuşmaya şöyle başladı: “Yirmi yıl sonra tekrar Diyarbakır’da bulunuyorum. Dünyanın en güzel ve en modern bir binası içinde, modern, nefis bir müziği dinleyerek… Beşeriyetin medeni bir halkı huzurunda, bu halkın evinde duyduğum zevk ve saadetin ne kadar büyük olduğunu elbette ki takdir edersiniz. Bunu kaydetmekle bahtiyarım.” Bu konuşmada ilk kez zikredilerek şehrin yeni ismi de belirlenmiş oluyordu, hemen ertesi gün Diyarbakır olarak kayıtlara geçti.
Bu isim değişikliğinin aslında bir yıl öncesine uzanan bir geçmişi vardı. Cumhurbaşkanının hususi kalem müdürünün talebiyle Diyarbekir isminin etimolojisi üzerine bir çalışma yapılması ve Diyarbakır isminin uygunluğunun araştırılması talebi üzerine, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu tüm yıla yayılacak bir dizi toplantı yapmıştı. Çünkü elde hazır bir etüt yoktu. Uzun komisyon toplantılarının ardından şehrin eski adı olan Amida’nın Yakut dilinde bakır, bakır sikke anlamına geldiği ve mıntıkanın bir maden sahası olduğu göz önüne alınırsa Atatürk’ün dileği olan Diyarbakır isminin gayet uygun olacağına karar verildi. Önceleri Amiday denen bu yere Türklerin “bakıreli” manasıyla Diyarbakır dediğine, zaten bunun “Arap dili gayreti ve avam etimolojisiyle” Diyarı Bekir şeklini aldığına işaret ediliyordu. Diyarbekir, Diyarbakır olmuştu.
Kaynak: Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitabeleriyle Diyarbakır Tarihi, Cilt 1, Diyarbakır Belediyesi, 1987 (ilk basım).
Cumhuriyetin, Osmanlı Diyarbekiri’ni dönüştürerek yakıştırdığı Diyarbakır ismiyle beraber bakırın önceliği gibi bir yanılsama doğmuşsa da, bakırın asıl diyarı Diyarbakır kent merkezi değil 80 km kuzeybatısındaki Maden kasabasıdır. Bu kasabanın ve bakır madeninin öyküsü ise bir kasabanın yükseliş ve çöküşüyle birlikte, uluslararası sömürgecilik tarihinin lokal bir uzanımı, modern bir dram sayılmalı. Hâlihazırda Ergani, Çüngüş, Dicle gibi ilçelerde bulunan potansiyel ise güvenlik gerekçesi ile üretim yapılmayarak, âtıl durumda.
Dr. Mehmet Atlı, Araştırmacı, Yazar
Ergani bölgesindeki bakır madenlerine yakınlığı vesilesiyle adının bir kısmını da almış olduğu bakır işçiliğinin, şehir açısından hep bir anlamı oldu. Evliya Çelebi, çekiç vuruşları ve körük harlamalarını müziğe dönüştüren Ermeni nalbantlara olan hayranlığını, bu “hoş avaz” (güzel şarkı) ile birlikte “kâr” ettiklerini vurgulayarak bir kelime oyunuyla dile getirmişti.¹
1891 gibi geç bir tarihte bile, Maden-Ergani bölgesi dışında, Diyarbekir civarında bulunan beş bakır madeninden sadece Palu’daki üçünün faaliyette olmasına rağmen bakır sanayii şehir için oldukça önemliydi. Bakır işçiliği, 1885-1914 arasında Osmanlı ekonomisinin Batı kapitalizmine eklemlenmesi sırasındaki sanayisizleşme (deindustrialisation) sürecinde hâlâ varlığını sürdürebiliyordu. Bu durum, bölgedeki ulaşım altyapısı eksikliğinden ötürü ince iş gerektiren bu zanaatın korunaklı bir alanda kalmasından ve Batı’dan zaten zor ulaşan ithal ürünlerle daha iyi rekabet edebilmesinden kaynaklanıyordu.
Bakır kadar, gümüş ve altının da yeri büyüktü. Nalbantları ve özellikle şehrin meşhur Süryani kuyumcularıyla Diyarbekir, genel olarak maden ürünlerinde diğer Osmanlı şehirlerinden çok öte bir konumdaydı. Kentin günümüze kadar ulaşmış Bakırcılar Çarşısı bu şöhretin hakkını veriyor.
Dr. Uğur Bayraktar, Tarihçi
¹ “Ve cemî’i âhengerân-ı Ermenileri çekiç çakıp körüklerin çekerken cümle nağamât-ı mûsikî ederek hoş-âvâz ile kâr u nakş zecel ü tasnîfâtlar okuyarak amel edüp kâr okuyup kâr ederler.” (“Ermeni demircilerin hepsi çekiç çalıp körüklerini çekerken musiki nağmeleri çıkarırlar. Âhenkli bir şekilde Kâr ve Nakş, Zecel ve doğu şarkıları çalarken hem kâr ederler (iş yaparlar), hem şarkı (kâr) okurlar.”)
Bakır işçiliğinde, gerek madende, gerekse şehirdeki üretimde gayrimüslimlerin ağırlığı söz konusuydu. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, Ergani madenini işleten 743 aileden 300’ü Türk, 270’i Rum ve 173’ü Ermeni idi. Madenlerin işletmesinde Türkler ve Rumlar çoğunluğu oluştururken, zanaat işleri Ermenilerdeydi. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce 230 bakır ustası yılda 65-70 bin kilo bakır üretiyordu. Soykırım sonrası ise Diyarbekir’de sadece otuz usta kalmış ve üretim savaş öncesi miktarının yüzde beşine gerilemişti. Talat Paşa’nın emriyle tehcir edilen Ermenilerden, zanaatkârların çoğunluğunu teşkil ettiği bir grup Diyarbekir’de tutulmuştu. Bu vesileyle kısıtlı sayıda da olsa Ermeni hayatta kalabilmişti.
Uğur Bayraktar
1934 ile 1936 yılları arasında Celal Bayar’ın bölgede gerçekleştirdiği geziler sonrası, Ermenilerden kalan bu sanayinin tekrar faaliyete geçirilmesi için yatırım kararı verildi. Bir devlet kurumu olan Etibank tasarrufunda olan bakır madenlerinde, Alman uzmanların rehberliğinde yapılan iyileştirme çabalarıyla üretim hacmi 1938’den itibaren yıllık 24 tona ulaştı. Bu üretimin 16 tonu Almanya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri’ne ihraç ediliyor ve 17 milyon dolarlık bir gelir elde ediliyordu.
Erken Cumhuriyet dönemindeki bu ilgi sonrasında bakır kendine ancak 1968-72 arası için tasarlanmış İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yer bulabildi. Burada, Diyarbekir ve bölgesindeki tek ağır sanayi yatırımını alan Ergani Bakır Madenleri’nde üretimin, yılda 1,2 milyon tona çıkarılması amaçlanıyordu.
Uğur Bayraktar
Bakır işlemeciliği Diyarbakır’ın dünyaya armağanıdır. Her ne kadar Hallan Çemi’de birkaç parça nabit¹ bakır bulunsa da bu armağanın çıkış noktası Çayönü’dür. Bütün Neolitik Dönem insanları gibi süslenmeye, takılara düşkünlük, Çayönü halkını düzenli olarak değişik taşlar bulma uğraşına itmiş. Özellikle Ergani ve Maden çevresindeki farklı jeomorfolojik oluşumlar çok renkli katmanlar içeriyor. Bakırın ve malakitin, bu çevredeki taş toplama faaliyeti sırasında tesadüfen toplandığı öngörülüyor.
İşin püf noktası sonraki aşamaydı. Burada nabit bakır parçaları soğukken veya yarı ısıtılarak dövülüp biçim veriliyor, levha haline getirilip boncuk şeklinde kıvrılabiliyor ya da ince biz² gibi aletlere dönüştürülüyordu. Izgara Planlı Yapılar Evresi’nin ortalarında, günümüzden yaklaşık 10.200 yıl önce başlayan süreç Kanallı Yapılar ve Taş Döşemeli Yapılar evrelerinde yoğunlaşarak sürdü. Hücre Planlı Yapılar Evresi’nde, günümüzden yaklaşık 8.900 yıl önce üretim düştü, Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’in son evresi olan farklı sosyoekonomik bir yaşamın süregeldiği Geniş Odalı Yapılar Evresi’nde ise tamamen ortadan kalktı.
Prof. Dr. Aslı Özdoğan
¹ Yerden bitip büyüyen. Burada saf anlamında kullanılıyor.
² Sivri uçlu, delici araç.
Bakır takı ve nesnelerin ne kadarının Çayönü’nde iç tüketime yönelik üretildiği, ne kadarının yerleşmeler arası değiş tokuşta kullanıldığı, hediye olarak mı gönderildiği, ısmarlama mı yapıldığı ya da çeyiz olarak mı gittiği üzerine elimizde maalesef veri yok. Çayönü ile eş zamanlı Fırat havzası yerleşmelerinden Cafer Höyük (Malatya), Akarçay ve Mezraa Teleilat’ta (Birecik) hiç bulunmadı; Nevali Çori’den (Bozova, Urfa) ise elimizde tek bir boncuk var. Buna karşın daha güneyde Suriye’de günümüzden 8.700 yıl öncesine tarihlenen Fırat Nehri kıyısındaki Tell Halula’da, taban altı mezarlarındaki bakır takıların analizi Ergani, Maden çevresini işaret ediyor; boncuklar Çayönü’ndekilerden farksız.
Şengal Ovası’ndaki, Çayönü ile eş zamanlı Tell Magzalia’daki bakır biz ile malahit boncukların da Ergani kökenli olabileceği düşünülüyor. İran Deh Luran Vadisi’ndeki Ali Koş yerleşiminde bulunan tek bakır boncuğun analizi, Çayönü boncuklarının yapım süreciyle benzerliğine işaret ediyor. Genel çerçeveden baktığımızda elimizdeki münferit buluntulara dayanarak Çayönü’nde imal edilen bakır takıların döneminde geniş bir coğrafyada bilindiğini ya da duyulduğunu öngörmekle birlikte, doğrudan bir ilişki metası olarak kullanıldığını sadece Tell Halula buluntularına dayanarak ileri sürebiliyoruz.
Aslı Özdoğan
İlk Çanak Çömlekli Neolitik Dönem’in başlarına, Hassuna kültürü öncesi döneme geldiğimizde, Kuzey Mezopotamya’daki bazı yerleşmelerde Tell Sotto’nun 3. ve 4. evrelerinde, ikisi bir bebek mezarında bulunan üç bakır boncuğu, Yarım Tepe Höyüğü’nün 1. evresinin eski tabakalarındaki disk biçimli bakır boncuğu ve bir bükülmüş bakır telden halkayı sayabiliriz. Ancak bakır eşyaların hem sayıca çok az olması hem de üretimine dair ize rastlanmaması bunların Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’den, elden ele geçerek miras yoluyla kaldığını düşündürüyor. Batman, Beşiri, Sumaki Höyük’teki tek bakır boncuk da Çayönü’ndekilerden farksız ve buraya benzer şekilde ulaşmış olmalı. Bu döneme ait Orta Irak’ta Dicle Havzası’ndaki Tell es Sawwan yerleşmesinde, bir yapının altındaki mezar odasında bulunan alabaster⁴ heykelciklerin takılarındaki değişik taş boncuklar arasında çok sayıda bakır boncuk da mevcut.
Bakır kullanımının kısmi yaygınlaşması Halaf kültür dönemine denk geliyor. Muş’tan Van’a güneyde kısmen Orta Mezopotamya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada yarı yerleşik bir yaşam süren Halaf halkının, obsidiyen başta olmak üzere canlı renkli eşyalara, bol desenli kap kacağa merakı vardı. Bakırı ergitme işleminin keşfiyle üretilen nesnelerin çeşidinin artması, bakır maden yataklarına ilgiyi de artırdı.
Aslı Özdoğan
⁴ Kaymaktaşı.
“Babam bakırcı ustasıydı. Eski Bakırcılar Çarşısı vardı Diyarbakır’da. Buğday Pazarı’nın, yani Ulu Cami’nin güneyine düşen bölgedeydi. Bitişiğindeki Saman Pazarı’nda sabah saatlerinde köylerden getirilmiş çuvallar içlerinde saman ve hayvan yiyeceği otlar satılırdı. Bakırcılar Çarşısı, Saman Pazarı, Peynirciler Pazarı, Kömürcüler Pazarı… Kömürcüler Pazarı, Çarşiya Şewitî dediğimiz Yanık Çarşı’nın içindeydi. Sonradan yapılara dönüşünce o da kalmadı. Buğday Pazarı malum şimdiki Spotçular Çarşısı olmuş.
Diyarbakır’ın Kapalıçarşısı’ydı Buğday Pazarı. Bir bölümünde ‘bezzaz’ dediğimiz manifaturacılar vardı. Çoğu Yahudi’ydi. Hemen onun bitişiğindeki Sobacılar Çarşısı’nda da çoğunlukla Ermeni vatandaşlarımız vardı. Daha aşağılarda Çulcular Pazarı vardı. Atlara, affedersiniz eşeklere palan dediğimiz semer yapılan yerlerdi. O ustalar Müslüman ve Ermeniler karışıktı. Komşu ilişkileri çok güzeldi. Hem evde, hem dükkânda, çarşılarda.
Mesela çocukluğumda sabah erken babam beni dükkâna götürürdü. Çok iyi hatırlıyorum bir vatandaş geldi elinde bakır tepsi, ‘Tamir edilmesi lazım,’ dedi. Babam adama ‘Ben siftah ettim, sen bitişik komşuya götür, ona yaptır,’ dedi. Ben hatta ‘Ya baba müşteri gelmiş niye gönderiyorsun?’ dedim. ‘Oğlum büyüyünce anlarsın,’ demişti. Komşuluk ilişkileri bu kadar güzeldi. O götür dediği komşu da Ermeni’ydi. Yahudiler de çoktu Buğday Pazarı’nda. Ermenilik, Yahudilik, Müslümanlık diye bir ayrım kimsede yoktu. Akşama yakın, ikindi saatlerinde herkes bir dükkânda oturur, günün önemli olaylarının sohbetini yaparlardı. Özellikle de İkinci Dünya Savaşı’nın… Almanlar ne yapmış, Ruslar, efendim Fransızlar ne yapmış tartışması yapılırdı. Mahallede de insani ilişkiler çok güzeldi. Örneğin bizim evde mesela bir hasta olduğu zaman ilk koşan Ermeni komşularımız olurdu.”
1935 yılında Diyarbakır’ın Alipaşa Mahallesi’nde doğan gazeteci, araştırmacı Mehmet Mercan ile sözlü tarih çalışmasından
“Kalaycı çıraklığına başladığım o yaşlarda kalaycılık konusunda zerre kadar fikrim yoktu. Yalnız şunu biliyordum ki, her bayram arifesinde evimizdeki bakır sini, tava, tencere, ‘kuşğhana’, uskura tas gibi daima mutfakta anamın elinin altında dönenip duran bu kap kacaklar Pese’nin dükkânından gelen bir çırağın sırtına yüklenip kalaylanmak için yola çıkıyor, bir ya da iki gün sonra da pırıl pırıl evimize geliyordu.
Beti benzi atmış ve yer yer bakırı görünen kaplarımız içinde özellikle perişan halini kalaycı dükkânında terk ederek evimize ay gibi parlak yüzüyle dönen kocaman sinimizi gördüğümde doğrusu günün birinde ben de Pese Ohannes gibi kalaycı olmayı öyle çok istiyordum ki… Bu yüzden babamın elimden tutarak beni kalaycı çıraklığına götürdüğü gün mutluluğuma diyecek yoktu.
(…) Pese’nin dükkânı, Sobacılar Çarşısı ile Kazancılar veya diğer adıyla Bakırcılar Çarşısı’nın kesiştiği köşedeydi. Daracık, uzun bu dükkânın bir tarafında ellerindeki makaslarla doğradıkları sacları silindirden geçirip şekillendirdikten sonra çekiç gürültüleri içinde perçinleyip soba yapan kalfalar çalışırken, bir taraftan da kap kalaylanırdı.
(…) Kalaycı çıraklığına başlayıp bitirişim topu topu bir gün sürmüştü. Eve üstüm başım kirli, elim yaralı bereli dönünce, anam bu işten hiç memnun kalmamış, akşam eve gelen babama dert yanmıştı.”
Mıgırdiç Margosyan, Tespih Taneleri, Aras Yayıncılık, 2019, s. 63-65.
Kentin bakır işlemeciliği serüveni postmodern bir çerçevede, Diyarbakır isminin çağrışımları üzerinden ve biraz da tesadüfi biçimlendi; güçlü bir gelenek üzerinden değil de “kitschleşme” eğilimi yüksek, güncel kent efsaneleri ve reklam metinleriyle… Uzunca bir dönem muhtemelen sadece varlıklıların sahip olduğu kalaylı bakır kap kacak, bir dönem sıradan yurttaşların da gündelik eşyası haline geldiyse de bu uzun sürmedi. Çelik, porselen, cam ve plastiğin yaygınlaşması ile sadece nostaljik anlatılarda ve eski eşya satan dükkânlarda kaldı.
Epeydir Balıkçılarbaşı’nda tek tük kalan birkaç dükkânda neredeyse turistik, hediyelik, seyirlik bir düzeye gerilemiş bulunan zanaat, son yıllarda yeni girişimlerle canlandırılmaya çalışılıyor. Bakırcılığın kentin “adına yaraşır” bir hamle yapması zor, hatta imkânsız gibi görünüyor. Bunun nedenlerini anlamak için güvenlik politikalarının açmazlarına ve bir zamanlar Diyarbekir vilayetinin bir kazası, günümüzde Elazığ ilinin yıldızı sönmüş bir ilçesi olarak, Maden’e daha yakından bakılmalı.
Mehmet Atlı
KAYNAKÇA
Uğur Bayraktar
• Brant, J. (1836) “Journey Through a Part of Armenia and Asia Minor, in the Year 1835”, Journal of the Royal Geographical Society of London, 6: 187-223.
• Cuinet, V. (1891) La Turquie d’Asie, géographie administrative : statistique, descriptive et raisonnée de chaque province de l’Asie Mineure, Cilt 2, E. Leroux, Paris.
• van Bruinessen, M. ve Boeschoten, H. (ed.), (1988) Evliya Çelebi in Diyarbekir: The Relevant Section of the Seyahatname, E.J. Brill, Leiden ve New York.
• Quataert, D. (1987) Osmanlı Devleti’nde Avrupa İktisadi Yayılımı ve Direniş (1881-1908), Yurt Yayınları, Ankara.
• Tızlak, F. (1997) Osmanlı Döneminde Keban-Ergani Yöresinde Madencilik, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
• Üngör, U. Ü. ve Polatel, M. (2011) Confiscation and Destruction: The Young Turk Seizure of Armenian Property, Continuum, Londra.
• Yadırgı, V. (2017) The Political Economy of the Kurds of Turkey: From the Ottoman Empire to the Turkish Republic, Cambridge University Press, Cambridge.
Aslı Özdoğan
• Caneva, I., Davis, M., Marcollongo, B., Özdoğan, M. ve Palmieri, A. M. (1993) “Geo-archaeology in the Northern Diyarbakır Region”, Essays on Anatolian Archaeology, Bull. of the Middle Eastern Culture Center in Japan, VII, (ed.) T. Mikasa, Harrassowitz, Wiesbaden: 161-168.
• Erim-Özdoğan, A. (2011) “Çayönü”, The Neolithic in Turkey: New Excavations & New Research, The Tigris Basin, (ed.) Özdoğan, N. Başgelen, P. Kuniholm, Archaeology & Art Publications, İstanbul: 185-269.
• Maddin, R., Stech, T. ve Muhly, J. D. (1991) “Çayönü Tepesi: The Earliest Archaeological Metal Artifacts”, Decouverte du Metàl, (ed.) J. Mohen, Méditerranée Orientale et Proche-Orient, Picard: 375-386.
• Molist, M., Montero-Ruiz, I., Clop, X., Rovira, S., Guerrero, E. ve Anfruns, J. (2009) “New Metallurgic Findings from the Pre-Pottery Neolithic: Tell Halula (Euphrates Valley, Syria)”, Paléorient, 35(2): 33-48.
• Özdoğan, M. ve Özdoğan, A. (1999) “Archaeological Evidence on the Early Metallurgy at Çayönü Tepesi”, The Beginning of Metallurgy, Bochum: 13-22.
• Rosenberg, M. (1999) “Hallan Çemi”, Neolithic in Turkey, The Cradle of Civilization, New Discoveries, (ed.) M. Özdoğan ve N. Başgelen, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul: 1-19; 25-33.
• Smith, C. S. (1969) “Analysis of the copper bead from Ali Kosh”, Prehistory and human ecology of the Deh Luran Plain: An early village sequence from Khuzistan, Iran, (ed.) F. Hole, K. V. Flannery ve J. A. Neely, Memoirs of the Museum of Anthropology, University of Michigan 1, Ann Arbor: 427–428.