Tarih öyle gösteriyor ki, ilk yerleşimlerden itibaren Diyarbakır, insanların takıp takıştırmayı, süslenmeyi sevdiği topraklar olmuş. Bu ilgi zanaatın gelişmesine, işçiliğin incelmesine, ürünlerin çeşitlenmesine ve şehrin bu niteliğiyle ön plana çıkmasına yol açmış. Kuyum dünyası ve kuyumculuk, Diyarbakır için kültürel bir zenginliğin parçası olduğu gibi, geçmişte her daim canlı bir ticari faaliyet aynı zamanda.
Bu bölümde Çayönü’den British Museum’a, Diyarbakır çarşılarına uzanıyor, en çok tercih edilen takılara, taşıdıkları anlamlara, nasıl işlendiklerine bakıyoruz. Kuyum ustası Yusuf Karadayı’nın çıraklığından başlattığı hikâyesi, kuyumculuğun Diyarbakır’daki serüvenine ve son yıllardaki dönüşüme de ışık tutuyor. Halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Perran Ocak Toksöz ise bu zanaatın evlere, aile yadigarlarına yansımasını dile getiriyor.
İnsanlığın ilk yerleşimlerinden günümüze ulaşan arkeolojik kalıntılar, bugün Diyarbakır’ı içeren bölgede halkların her daim süslenmeye düşkün olduğunu gösteriyor. Çayönü’nün ilk sakinlerinin yakınlardaki tatlı su kaynaklarından topladığı salyangozlardan ve yumuşak taşlardan takılar yaptıklarını biliyoruz.
Zaman içinde taşlara şekil verme becerisi teknik olarak arttıkça, takılara örneğin çift ya da daha fazla sayıda delikli boncuklar eklenmiş; serpantin, kuvars ve doğal cam gibi daha sert malzemeler de işlenmeye başlamış. Daha sonra bunlara boncuklar üzerine bezemeler, boncuklarda geometrik şekiller, yivli düğmeler, halkalar ekleniyor. Bakır parçalarının ısıtıldığında kolay şekil aldığının keşfi, malahit boncuklu takıların yaygınlaşmasına neden olmuş.
Kaynak: Nuri Durucu, “Diyarbakır Kuyumculuğu”, Diyarbakır Geleneksel El Sanatları, Cilt 2, Diyarbakır Valiliği, 2013.
British Museum koleksiyonunda bulunan bir Artuklu kemerinin, 13. yüzyılın ilk yarısında büyük olasılıkla Diyarbakır’da yapılmış olduğu tahmin ediliyor. Gümüş üzerine altın yaldızlı bu kemeri süsleyen kartal, tavşan, köpek, sfenks, grifon gibi gerek gerçek, gerek efsanelerden türeyen kompozisyonlarına, Selçuklu devrine ait birçok madeni eserde de rastlamak mümkün. Kanatlarını açmış çift başlı kartal figürü 12. yüzyıl sonundan itibaren 13. yüzyıl boyunca Anadolu Selçuklu süslemelerinde karşımıza çıkıyor. Aynı figür Diyarbakır’ın Artuklu hükümdarlarından Salih Nasreddin Mahmud (1200-1222) ve Mesud Rükneddin Mevdud (1222-1231) adlarına basılmış paralarda da mevcut.
British Museum’da sergilenen kemerde, güneşi, ışığı ve aydınlığı temsil eden kompozisyonlar nedeniyle hükümdarlık vurgusunun baskın olduğu, dolayısıyla bu takının önemli bir kişiye ait olabileceği düşünülüyor.
Kaynak: Nuri Durucu, “Diyarbakır Kuyumculuğu”, Diyarbakır Geleneksel El Sanatları, Cilt 2, Diyarbakır Valiliği, 2013.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Diyarbakır kuyumculuğu ayrı bir şöhret sahibiydi. Bunda 1539-1601 yılları arasında yaşayan Ahmet Çelebi’nin sanatının piri olmasının da etkisi vardı. Öyle ki Ahmet Çelebi’nin altın ve gümüş işlerini Kanuni Sultan Süleyman bile hitabesinde övmüştü. Şehzade iken şehre gelen 2. Selim de kendisinin zanaatını takdir ederek birçok eserini saraya götürmüştü.
Babası da kuyumcu olan Ahmet Çelebi, şaşırtıcı yeteneğiyle daha çocukken ilgi çekmiş, babasının ölümünün ardından daha 25 yaşında ustalık mertebesine yükselmişti. Bilhassa elmas işlerinin ünü iyiden iyiye yayılmıştı. Olgunluk döneminde öğrencileriyle birlikte on yılını alan bahçe düzenlemesi, doğa ile değerli taşları bir araya getiriş biçimiyle eşsiz bulunmuş, bu eser daha sonra Bağdat’a taşınmıştı.
Kaynak: Nuri Durucu, “Diyarbakır Kuyumculuğu”, Diyarbakır Geleneksel El Sanatları, Cilt 2, Diyarbakır Valiliği, 2013.
Diyarbakır kuyumculuğunun bu şöhretle birlikte gelişmesi, öncelikle kullanılan çeşitli mücevheratın güvenliğinin sağlanması gibi somut gerekçelerle, daha emniyetli bir yapı ihtiyacını ortaya çıkardı. 16. yüzyıldan sonra şehre gelen seyyahların da hep dem vurduğu Kuyumcular Çarşısı ve Hasan Paşa Hanı böyle böyle kuyumcuların toplandığı üretim ve ticaret merkezleri haline geliyordu.
Mehmet Salih Erpolat’ın “Osmanlı Dönemi’nde Diyarbakır’daki Esnaf Grupları ve Meslekler” üzerine çalışmasına göre, baz aldığı 1568 ve 1691 yıllarında kuyumculuk, şehirde en yaygın olan meslekler arasında görünüyor.
Kaynak: Nuri Durucu, “Diyarbakır Kuyumculuğu”, Diyarbakır Geleneksel El Sanatları, Cilt 2, Diyarbakır Valiliği, 2013.
Diyarbakır geleneksel takıları arasında başa takılanlar ayrı bir kategori oluşturuyor. Şırrık, alnın tam ortasına gelecek şekilde kullanılan gümüşten imal edilen bir takı. Eyyün, bir parça kumaş üzerine altın paraların sıralanmasıyla yapılıyor ve bu kumaş tam kaşın üzerinden başa bağlanıyor.
Küpelerde, taneleri kişnişi andıran kişnişli küpe en yaygın olanlarından. Burna takılan hızmalar da altın ya da gümüşten üretilebiliyor. Hasır bilezik, kişnişli ve habbeli kolye ya da gerdanlıklar, Diyarbakır’la özdeşleşen takılardan. Kordonlar, kemerler, halhallar da yöre zanaatının inceliklerini barındıran ürünler.
Hamaylı ya da boylama olarak da anılan gümüş takıların özelliği, ilk anılanlar gibi dışarıdan gözükmemesi. Kadınların nazardan, kötü rüyalardan korunmak için giysilerinin altında, boyunlarında taşıdığı bu üçgen şeklindeki takının içinde Kuran’dan ayetler bulunuyor.
Erkek takıları arasında yüzükler, saat köstekleri sayılabilir. Kola takılan pazıbentlerin üzerinde nazardan korunmak amacıyla yılan, akrep ya da tabanca motifleri bulunabiliyor. Kadınlarda olduğu gibi yine kötülükten ve nazardan korunma niyetiyle erkekler için üretilmiş hamaylı çeşitleri de mevcut.
Kaynak: Nuri Durucu, “Diyarbakır Kuyumculuğu”, Diyarbakır Geleneksel El Sanatları, Cilt 2, Diyarbakır Valiliği, 2013.
“Keldani Kilisesi’nin avlusunda doğdum. Babam Midyat’tan Mardin’e, sonra Diyarbakır’a gelmiş. Yedi yaşında hem okula hem dükkâna gidiyordum. 1969-70 yıllarında babam elimden tutup kuyumcu ustasına götürdü bir gün. Dedi ki, ‘Eti senin kemiği benim. Yalnız Yusuf’un bir maruzatı var’. Nedir diye sordu usta. ‘Oğlum solaktır’ dedi babam. Ustam da cevap verdi: ‘Solaklık zekiliktir, ben de solağım Antun Usta. Elimizden geleni yapacağız sen hiç merak etme, Yusuf’u yetiştireceğiz’. O dükkânda yedi, sekiz arkadaştık, hepsiyle çok iyi anlaşıyorduk. Dükkâna geç geldiğimde ustamdan çok korkardım. Vallahi, dayak yediğimiz de oldu. Allah işini rast getirsin, asabiydi ustam, işinde disiplinliydi. Tabii o vurmasaydı biz öğrenemezdik ki. Yanında yirmi yıl çalıştım. Çırak oldum, kalfa oldum, usta oldum. Şu anda mesleğimi icra ediyorum. Mesleğimi çok seviyorum. İnsan ölür sanat ölmez. Sanat altın bileziktir. Benim sanata çok hevesim vardı, sevmezsen zaten bu işi yapamazsın.
Ustam bizim aileden üç kişi yetiştirdi. Toplam kırk, elli kişi yetiştirmiştir. Enver Yürük, 1941 doğumlu, yaşıyor. Ona minnet borçluyuz, bize sanat öğretti. Asabiydi ama çok sanatkâr biriydi. Biz çok fakirdik. Babam Tekel bayisiydi, otuz yıl da Keldani Kilisesi’nde zangoçluk yaptı. Kilise bize yardım etti, elektriğimizi, suyumuzu ödedi. Sonra ben yetiştim, 86’dan beri ben kilise¹ başkanıyım. Kilisemiz 2015 yılında çatışmalarda biraz zarar gördü, daha önce faaldi, şimdi tekrar yapılıyor.
Benim ustam Süryani’ydi. Süryaniler de, Ermeniler de yapıyordu bu işi. Terzilik, kuyumculuk, sarraflık, dişçilik, marangozluk; bunları yapanlar hep gayrimüslimlerdir. Zanaatkârların içlerinde Protestan da vardı, Süryani de, Yezidi de, Yahudi de. Şimdi biz varız, ne yazık ki Diyarbakır’da kimse kalmamış. Onlar gitmeseydi Diyarbakır, Paris olmuştu. Keşke gitmeselerdi.”
Kuyum ustası Yusuf Karadayı ile 2021 yılında DKVD tarafından yapılan sözlü tarih çalışmasından
¹ Diyarbakır Mar Petyum Keldani Kilisesi Vakfı
“Dört kızım, bir oğlum var. Oğlum 8. sınıfı okuyor, ona işi öğretiyorum. Ben nasıl ustamı geçmişsem inşallah o da beni geçecek. Ustamın bana öğrettiklerini yedi yaşından beri not etmişim. Çıraklara o şekil anlatıyorum. Ben de yirmiden fazla kişi yetiştirdim. Dükkânları var, hepsiyle gurur duyuyorum.
Bu mesleği 1970’lerde yaparken makinelerimiz yoktu, aletler yoktu, teknoloji yoktu. Şimdi kuyumculuk çok kolay. O zaman kişnişli kolye yapardık, kişniş kadar taneleri tek tek elle keserdik. Güçle çekiyorduk o zaman, ellerimiz hep şişiyordu. Altını kömürle eritiyorduk, şimdi elektrik çıkmış, tüp çıkmış. Her şey makineleşmiş, döküm olmuş. Çok cefa çektik. Biz gene ustamın izinden gidiyoruz, her şeyi elle yapıyoruz. Artık kuyumcu yetişmiyor. Biz sanat öğrenmek için geliyorduk ustaya. Şimdikiler para için geliyorlar.
Ustamın dükkânı Aşefçiler’in¹ içindeydi. Benim dükkânım da Tarihî Kuyumcular Çarşısı’nın bitişiğindeki kuyumcular çarşısında. Gayrimüslimlerin dükkânları da hep oradadır. Şimdiki kuyumcular çarşısı, eskiden kasaplar çarşısıymış.
Mesela kişnişli bilezik yapıyordu benim ustam. Diyarbakır işidir. Kişniş topu gibi. Daha önce tek tek dövüyorduk, şimdi kalıpla yapıyoruz. Başka? Habbiye var, direkli kolye var. Hepsi ustamın gösterdiği telkâri işi. Diyarbakır’da hasır bilezik de vardır ama biz hasırcı değiliz. Şu anda tespih de yapıyorum. Birisi gelse, incili bilezik yap dese, onu da yapıyorum.
Sabır isteyen bir iştir bu. Düzgün, dürüst olacaksın, ayağını sağlam atacaksın. Tabii altın her yerden alınmaz. Başka? İnce iştir, göz lazım buna, göz. Benim şu anda gözlerim 7-8 numara. 52 yıldır çalışıyorum, gözüm noksan yani. Yine de idare ediyor çok şükür, elimizden geleni yapıyoruz.”
Kuyum ustası Yusuf Karadayı ile 2021 yılında DKVD tarafından yapılan sözlü tarih çalışmasından
¹ Aşefçiler/Ocak Sokak
Diyarbakır hasır bileziğinin yapımı zahmetli ve incelikli bir uğraş gerektirir. Bilezik yapımına, isteğe göre 85, 95, veya 100 mikron kalınlığındaki altın tellerin hazırlanmasıyla başlanır. Sonra bunlar dikdörtgen biçiminde yine altın tel bir malafa üzerine sarılır ve kesilir. Bunun sonucunda ortaya bir ucu kesik dikdörtgen biçiminde halkalar çıkar. Bu parçalar iç içe geçirilerek açık uçları kaynakla birleştirilir, teller penseyle bükülerek örsün üzerinde çekiçle dövülür. Bilezik malafa üzerinde tekrar dövülerek elle bükülerek bilezik formu verilir. Bu işlemlerden sonra bileziğin anahtarı kalem işiyle süslenir. Hasır bileziğin iki ucunu birleştiren ve yörede kaş olarak adlandırılan bu anahtar kısmındaki motif, bileziğin ayırıcı özelliklerinden biridir. Anahtar üzerindeki kaş motifi, dağların arasından doğan güneşi simgeler.
Kaynak: Derya Şahin ve M. Meral Yağçı, “Diyarbakır geleneksel el sanatlarımızdan hasır bilezik üzerine incelemeler”.
Diyarbakır hasır bileziğini diğerlerinden ayıran bir özellik kullanılan altın tellerin Trabzon hasırında olduğu gibi 25 mikron değil, daha kalın 85-95 veya 100 mikron çapında olmasıdır. Diyarbakır hasırında örme zikzak biçimindeyken, Trabzon hasırı düz bir görünüme sahiptir. Trabzon hasırıyla aralarındaki bir diğer fark, Diyarbakır’da görülen isteğe göre bileziğin anahtar kısmına zincir geçirilerek ucuna bir Reşat altını takma âdetidir.
Bu hasır bileziklerin tamamı el işi olup sadece hasırını örme işi dört saat sürer. Bileziğin anahtarını yapmak ise iki saati alır. Genelde 18 ayar ve 22 ayar altın üzerinde çalışılır. Bir fark da altın telleri örme işlemini Trabzon hasırında kadınların, Diyarbakır’da ise erkeklerin yapmasıdır.
Diyarbakır hasır bileziğinin inceleri genç kızlar, daha kalın olanları evli kadınlar tarafından tercih edilir. Düğünlerde geline takılması âdet olan bu bileziklerin, maddi açıdan çok zor durumda kalmadıkça satılması da tercih edilmez.
Kaynak: Derya Şahin ve M. Meral Yağçı, “Diyarbakır geleneksel el sanatlarımızdan hasır bilezik üzerine incelemeler”.
“Ermeni ve Süryani ailelerin bir kısmı Diyarbakır’ı terk ettiler. Diyarbakır kültürü onlardan bence çok şey kazandı, büyük sanat sahibiymiş hepsi. Örneğin Ermeniler, Süryaniler kuyumculukta bir numaraymış. Bakın 1600’lü yıllarda Ahmet Çelebi tarafından yapılan gümüşler, takılar o zamanki vali Hasan Paşa’nın çok dikkatini çekiyor, yörede bu sanat var, bunu geliştirelim diye bir Kuyumcular Hanı yaptırıyor. Şimdi Hasan Paşa Hanı dediğimiz, aslında kuyumcular için yaptırılmış bir çarşı. Hem elmas, zümrüt, pırlanta gibi taşların işlemeciliği hem de gümüş işçiliği çok kıymetliymiş. Diyarbakır kuyumcuları daima İstanbul kuyumcularıyla rekabet halindelermiş. Montürler, taşın işlenmesi, ortaya çıkan mücevher açısından bazen Diyarbakırlı ustalar İstanbullu ustaları geçerlermiş. Konya’da Hz. Mevlâna Türbesi’nin gümüş kapısı tamamen Diyarbakırlı ustalar tarafından yapılmıştır. Bağdat’taki İmam-ı Azam Türbesi’nin altın ve gümüş işlemeli kapısı da.
Diyarbakırlı hanımların takılarına, mücevherlerine, evlerindeki aksesuarlara bu sanat tarzı yansır. Mesela peştahta denirdi eskiden, bu çekmecelerin gümüş işlemeciliği tamamen Diyarbakır’a özgüdür. Mevlitlerde içine gülsuyu konup ikram edilen, görüntüsü şık, her biri sanat eseri olan gülabdanlar, buhurdanlar… Kadınların hamama giderken giydikleri nalınlar, yani takunyalar…
Hatırlarım, rahmetli annem dedelerimizin de bu işe çok yatkın olduğu anlatırdı. Montürleri onlar çizerlermiş, ustanın başında durup şunu şöyle yap, bunu böyle yap diye yönlendirirlermiş ve ortaya bir örneği daha olmayan mücevherler çıkarmış. Bizde aileden kalma mücevherlerin hepsi böyle, dedelerimizin katkısıyla montürü hazırlanmış, özel mücevherlerdir.”