Diyarbakır’ın muhtelif yöresi için “çok sayıda kültür ve medeniyete ev sahipliği” yapmışlığından söz edilebilir, Silvan bu ev sahipliğine en çok yakışan ilçelerden biri.
Babil, Asur ve Pers geçmişinin önce Roma, sonra Bizans İmparatorluğu dönemi izleriyle yoğrulduğu, İslam sonrası Mervanî, Eyyubî, Artuklu, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin mimari ve kültürel zenginliklerini taşıyan bir ilçe Silvan. Uzun yıllar Mervanîlerin başkentliğini yapmış, Orta Çağ’ın büyük kültür merkezlerinden, İpek Yolu’nun önemli kavşak noktalarından biri olmuş ve tarihindeki her medeniyetin önemli bir kenti olarak sivrilmiş. Kürt edebiyatının önemli kaynaklarından Zembilfıroş Destanı’nın da geçtiği coğrafya.
Bugün Diyarbakır’ın en kalabalık ilçelerinden olan Silvan, kent merkezi ile Hazro, Lice ve Kulp ilçelerine komşu. Kürtçe üzerine çalışmaları yanı sıra yine Kürtçe roman ve öykü türlerinde de yazan Dilawer Zeraq, kendi Silvan’ını, Meya Farqîn’i¹ anlatıyor. Çocukluğuyla coğrafyanın tarihini buluşturduğu şiirsel bir gezi bu.
¹ Silvan, bu yazıda tarihteki birçok isminden biri olan Kürtçe Meya Farqîn / Farqîn olarak anılacaktır.
Meya Farqîn, bir sebep, bir temel yapı taşı, bir kaynak, bir kültür ve tarih unsuru olarak, Diyarbakır’ın doğusunda kurulmuş bir varoluş işaretidir. Ve öyle bir kent ki tarihini sırtlamış, günümüze taşımış.
Bu yazıda sözünü ettiğim Farqîn, bir varoluş mekânı ve kenti olmasının yanında kişisel tarihimde ve yaşantımda da önemli bir yere sahip.
Farqîn, fiziksel ve coğrafi bir mekân olarak, kuzey yönünde sırtını Albat Dağları’na (Çiyayên Elbatê) dayamış ve üç tarafı surlarla çevrili bir arazi üzerine kurulmuş. Farqîn’i çevreleyen ve dolgu harç yöntemiyle inşa edilmiş olan surların tarihte eşi benzeri yoktur. Bugün sur kapılarından hâlâ izler duruyorsa da içlerinde sadece Kulfa Kapısı (Deriyê Qulfayê ya da Doğu Kapısı) tarihsel şekliyle ayakta.
Diyarbakır tarafındaki eski yol üzerinden Farqîn’in sınırlarına girdikten sonra, sözlü tarihe göre zamanında her tür çiçek ve meyve ağacıyla dolu olan Ziraat Bahçeleri’ne (Baxçeyên Ziraetê) ulaşırsınız. Oradan Farqîn’in merkezine yaklaşınca keskin bir sırttan yokuş yukarı çıkarsınız ve orada sizi bir Keçi Burcu (Birca Keçikan) minyatürü karşılar.
Bu burç Farqîn için muhteşem bir semboldür. Bununla birlikte benim için de eşsiz bir güzelliğin farkına varmama, dahası hayret içinde kalmama yol açan bir yerdir. O çocuksu hayret ve kaynağı büyüyünce de belleğinizden silinmez.
Çocuktum, yedi-sekiz yaşımdaydım. Biz konu komşu ve amcamların ailesi ile Serê Gulanê’yi¹ kutlamak üzere Ziraat Bahçeleri’ne gitmiştik. Evimiz surun hemen orada ve Ana Kapı’ya (Deriyê Sereke) yakındı. Ağaçların arasına Bahçe Kapısı’ndan (Deriyê Baxçê) girmiştik. Dönüşte annemler eve gitmek için Ana Kapı’ya yönelmişlerdi ve hastane önünden yokuş yukarı yürüyorduk. Yengem, eliyle işaret ederek “Kaymakamın evinin burcuna yazı yazmışlar” dediğinde piknik sevincimi bir yana bırakıp yengemin işaret ettiği tarafa bakmıştım. Evet bir yazı vardı köşeli duvarın üzerinde. Fakat kaymakamın evi neyin nesiydi? Kaymakam neydi, kimdi? Bunları bilmiyordum. O zaman benim “Kaymakam nedir?” soruma karşılık “devlet büyüğü” yanıtını almıştım. Çok sonraları büyüyüp olgunlaştığımda “kaymakam evi”nin, dolgu burcun toprağına, Farqîn’in tarihsel hafızasına sokulurcasına dikilen fiziksel bir varlık olduğunu anlayacaktım.
¹ Baharın Gelişi, 14 Mayıs.
Baharın Gelişi / Serê Gulanê
Baharın başlangıcı, tabiatın canlanışı tarih boyunca birçok toplumda bayramlarla, şenliklerle kutlanır. Baharın Gelişi (Serê Gulanê) Silvan’da gelenekselleşmiş bahar şenliklerinden. İlk ne zaman, kimler tarafından kutlandığı bilinmemekle birlikte bir bakış bu bayramın kökenini Mervanîler dönemine bağlıyor. Bir başka görüş de tam tarih işaret etmemekle birlikte büyük bir kuraklığın ardından gelen baharla kutlanmaya başlandığı şeklinde.
Daha geçmişe inersek tarım toplumlarında özellikle yağmur, bolluk, bereket ile kıtlık ve hastalıklardan uzak bir hasat zamanı için festivallerin düzenlenmesinin kökeni antik döneme uzanıyor. Mezopotamya ve Anadolu kaynaklı olduğu düşünülen ve 6 Mayıs’ta kutlanan Hıdırellez şenlikleri de aynı kökenden. Serê Gulanê de Silvan halklarının sürdürdüğü bir gelenek.
Miladi takvime göre 14 Mayıs gününe denk gelen bayram piknik alanlarında, pınarlarda ve gözelerde tüm güne yayılan piknikle kutlanıyor. Aileleri, komşuları, tanıdık tanımadık tüm Silvanlıları buluşturan bu gün için yemek hazırlıkları çok öncesinde başlıyor, gün içinde pikniğe müzik dinletileri, etkinlikler eklenebiliyor.
Kaynak: Fatma Durma, “Bayramları, İnançları ve Efsaneleriyle Silvan”, Sultanlar Şehri Silvan: Eğitim-Kültür- Medeniyet, Sonçağ Akademi Yayınları, 2021, s. 305-313.
Farqîn’in Meya Farqîn olduğu zaman, kentleşmeyi ve uygarlaşmayı ne derece özümsediğini daha iyi anlamanız için yüzünüzü Ali Ağa Konağı (Mala Elî Axa) ve Sevdîn Paşa Köşkü (Koçka Sevdîn Paşa) yönüne doğru çevirmeniz gerekir. Her ikisi de bitişik diğer yapılarla birlikte bir dönemin ve egemenliğin eşsiz simgeleri olarak güzellikleriyle öne çıkar.
Bu görkemle ilk Sevdîn Paşa Köşkü’nde karşılaştım. Özel bir işçilik, ustalık ve emekle yapılan köşk, zamanında egemenliğin kendine özgü göstergelerinden biri olmuştu. Yapı sonradan Gazi İlkokulu olarak Farqînlilere hizmet etmeye başlamıştı. Orada okumaya başladığım ilk gün, beyaza çalan taşların belleğinde biriken kokuyu yüzümde hissetmiştim. Bu koku uzun yıllar boyunca yüreğimi sardı, burnumda tüttü. Unutmak mı diyorsunuz? Hayır, o taş kokusunun yapay bir tarih okumasıyla yok olması olanaksızdı. Hâlâ duyduğum o koku, motifleriyle, nakışlarıyla sindiği o taşları süsleyen uygarlığın ve varoluşun yansımasıydı.
Sadece Ali Ağa Konağı ve Sevdîn Paşa Köşkü değil; yüzünüzü Taxa Kurmancan’a (Kale Mahallesi) çevirdiğinizde dağı andıran bir tümsek üzerine yapılanmış Mîrler Kalesi (Kela Mala Mîran) gözünüze çarpar. Öyle yukarıdan heybetli bir şekilde, “Egemenliğim Mervanîlerden bu yana her zaman görme, tecrübe etme, farkında olma, bilgi ve anlayış üzerinedir” dercesine derin derin Farqîn’e bakar. Taxa Kurmancan’ın bir ucundan diğer ucuna vardığınızda, sağdan azıcık aşağıya doğru dönünce Selahaddin Eyyubî Camii (Camîya Ecem) karşınıza çıkar. Caminin mimari görkemi, taşlarına işlenmiş nakışlar ve motifler Roma dönemini ve Mervanîlerin emeğini bugüne taşır. İster istemez kendinize, “Acaba Meya Farqîn’in belleğinde kaç mekân biçim değiştirmiş, kentin tarihî hafızası bu mekânların taşlarının renklerinde ve kokusunda kendini nasıl gizlemiş?” diye sorarsınız.
Selahaddin Eyyubî Camii’nin göz kamaştırıcı görkeminden sonra, yönünüzü Derîyê Deştê’ye (Ova Kapısı) çevirdiğinizde konaktan ziyade devletin, egemenliğin saraylarını çağrıştıran Üstünler Konağı (Mala Evdila Beg) sizi karşılar. Böylelikle Meya Farqîn’in sadece bir kent değil, bir varoluş mekânı olduğunu ve binlerce yıllık uygarlık tarihiyle bir “kent-devlet” olarak inşa edildiğini iyice anlarsınız.
Serê Gulanê’de ve bahar günlerinde gittiğimiz pikniklerden hatırlıyorum. Üstünler Konağı’ndan ya da yönetim sarayından kuzeydoğuya yöneldiğinizde Büyük Çeşme (Kanîya Mezin), Orta Çeşme (Kanîya Navîn) ve Şador’un soğuk, berrak sularıyla susuzluğu gideren bağ ve bahçeleri karşınıza çıkardı. Buradaki hem meyve veren hem de evlerin yapımında kullanılan ağaçlar, Üstünler Konağı’ndan Zembilfıroş Kalesi’ne kadar uzanır ve kendilerine has kokularıyla Meya Farqîn’in rengine renk katarlardı.
Meya Farqîn’in belleğinde yer edinen ve onun Yeşil Silvan (Farqîna Rengîn) olmasını sağlayan doğa, bugün yerini beton yapılara bırakmış ki o kokudan eser yok artık. Meya Farqîn, tahrif edilmiş ve biçimsizleştirilmiş bu yönüyle kişisel belleğimi darmadağın edip her bir parçasını, içinde tarihin belleği ve uygarlığın çürüdüğü kör kuyuya atıyor.
Yine bir piknikten, bağ ve bahçe gezmelerinden dönerken görmüştüm ki Zembilfıroş Kalesi’yle Şador’un serin suları ve verimliliği, Hatun’un göz alıcılığını Farqîn’in sepetçi çocuğu için susuz ve soluk bir aşka dönüştürüyordu.¹
Kuzeyden, yani Albat Dağları ve Şador’dan Zembilfıroş Kalesi’nin surlarına girdiğinizde Mir ve Hatun’un hangi devirde, nasıl parlak bir medeniyetin kurucuları olduğunu görürsünüz. Zembilfıroş Burcu, bütün görkemiyle, biraz da egemenliğinin gururuyla yüzünü doğuya çevirir ve gün doğumuyla rekabet edercesine şafağı sahiplenmek ister.
Meya Farqîn’in dokuz kapısından biri olan Kulfa Kapısı ilk mimari biçimini günümüze kadar koruyan tek kapıdır. Uyumayan bekçileriyle, Hatun ile Zembilfıroş’un aşkı renginden ve tadından eksilmesin, güneşin altın ışınlarından payını alsın diye Meya Farqîn’i korur.
¹ Kürtçe edebiyatın zenginliklerinden Zembilfıroş Destanı, babasının zenginliğinden, dünya nimetlerinden vazgeçip sepet/zembil yaparak ailesini geçindiren bey oğlu Zembilfıroş’u ve ona aşık olan Hatun’un hikâyesini anlatıyor. Mir eşi olan Hatun’un aşkı karşılıksız kalıyor.
Kulfa Kapısı’ndan otomobillerle cadde boyunca doğuya doğru on-on beş kilometrelik yolu takip ettikten sonra dağdaki Hassuni Mağaraları’nı (Şikeftên Hesûnê) ziyaret edip insanların zamanında buralarda ne zorluklarla yaşamlarını sürdürdüklerini görmeniz gerekir. Sonrasında, hâlâ yukarı doğru tırmanmaya gücünüz kalmışsa, ölü uğurlama ritüellerini, yaşam odalarını, çalışma alanlarını, avcılık yeteneklerini görüp tanıyabilmeniz için yokuş yukarı çıkarak mağaranın içine de bakmalısınız. Ve elbette Hassuni Mağaraları’ndan inmeden önce sola dönüp Batman Çayı (Çemê Bazmanê) manzarasını ve Malabadi Köprüsü’nü (Pira Mala Badê) izlemeniz şart.
Çocukluğumda yazları her pazar babam Malabadi Köprüsü’nün oraya yüzmeye giderdi. Beni de götürdüğü o gün Malabadi Köprüsü’nü ilk görüşümün şaşkınlığıyla, “Nasıl oluyor da bu kocaman taşlar birbirine yapışmış ve yere düşmüyor?” diye sormuştum.
Elbette Mervanî’nin dostunun oğlu Bad’ın bir geçiş köprüsü olarak dizdiği taşlar, Mervanîlerin egemenliği kadar heybetli olacak ve tek kemerli yapısıyla en geniş ve büyük örneklerden biri olarak karşımıza çıkacaktı.
Şehir dışındaki bu gezintiden sonra tekrar Meya Farqîn’e dönüp Kulfa Kapısı’ndan sola doğru surların altından yüzünüzü batıya çevirdiğinizde, Azizoğlu Konağı’nın (Mala Azîzan) Farqîn Ovası’nı süsleyen manzarası karşımıza çıkar. Aşağıdaki yoldan dönüp Altıbulak Çeşmesi’ne (Kanîya Dergeh) – ki ayakta kalan kapılardan biridir – varmadan Kırık Minare’nin (Minara Qot) bulunduğu, Romalılarla Mervanîlerin kokusunu taşıyan Azizoğlu Meydanı’nı görmek gerekir. Burası Farqîn’in tarihsel mirasının önemli parçalarından biridir.
Sözlü tarihle nakledilene göre Farqîn yedi kez yıkılmış, her defasında tekrar inşa edilmiş. Bu her yıkımda minareden bir parça dökülmüş. Kalan parçalarıyla Kırık Minare, karanlık olduğunda zalim Farqîn gecelerinin bekçiliğini yapar, gündüzleri de nakış ve motifleriyle görkemini Farqîn’e yansıtır.
Kırık Minare’nin taş işçiliğine ve binlerce yıllık heybetine bakmanın verdiği mutluluktan sonra yüzünüzü tekrar kente çevirip yolda Altıbulak Çeşmesi’nde biraz dinlenebilir, dolgu ve harç yöntemiyle inşa edilen yüksek surların eşsiz güzelliğini izleyebilirsiniz. Sonra da Altıbulak Çeşmesi Kapısı’ndan yukarı doğru, her türlü zanaat ve hünerin yansıdığı, kervanlara ev sahipliği yapan ve bir zamanlar bölge ticaretinin yapıldığı Silvan Çarşısı meydanına çıkarsınız.
Şeytan Pazarı’nı geçince sola doğru sokak boyunca ilerlediğinizde Ermeni Kilisesi’ne (Dêra Ermenan) varırsınız. Bu yapı bir Ermeni kilisesidir desem de siz oranın hâlâ kilise olduğuna inanmayın. Sözünü ettiğim şey, hem kentin tarihsel belleğiyle hem de benim kişisel tarihimle ilgili.
Belleğim güçlüdür, sekiz yaşımdayken başımı avlulu, merdivenli, uzunca direklere sahip evimizin ikinci katındaki genişçe penceresinden çıkarınca solda bir yapının olduğunu gördüm. Annem merak edeceğimi düşünerek ben sormadan “Orası sinemadır oğlum. Eskiden Halkevi’ydi. Çok önceleri de kiliseydi” dedi.
Elbette tahmin edersiniz, sözünü tamamlayamadan sordum:
“Kilise nedir anne?”
“Manastırdır oğlum.”
“Peki manastır nedir anneciğim?”
“Hıristiyanların Allah’a dua ettiği yerdir.”
Günümüzde cami olarak kullanılan bu kilise, annemle konuşmamız ve dinsel belleğim ile Meya Farqîn’in dinsel ve tarihsel belleğini bir potada eritti, hem kişisel hafızamda hem de kent belleğinde yerini böyle edindi.
Meya Farqîn gezinizi tamamlayıp Diyarbakır’a doğru yol aldığınızda bazı sorular açığa çıkar, bununla birlikte varoluşunun ve geçmişinin farkında olan kent halkı hareketliliği ve iletişimiyle belleğinizi diri tutar. Ve sanki hep şöyle der:
“Hoş geldiniz zamanı ruhunda yaşayan kentimize. Meya Farqîn varoluşun kentidir. Buyurun, tekrar gelin!”
Metin: Dr. Dilawer Zeraq
Zeraq’ın metni Kürtçe aslından Abdulsıttar Özmen tarafından çevrildi. Sunuş, görsel bilgileri ve “Baharın Gelişi / Serê Gulanê” kısmı Türkçe olarak kaleme alındı.
Kapak fotoğrafı: Malabadi Köprüsü, Orhan Kartal, 2015, DKVD Diyarbakır Kent Arşivi